Başımıza ne geldiğini bilmiyoruz. Bilmiyoruz; çünkü başımıza ne geldiğini bilme konumunda olan entelijansiyası yok bu ülkenin. Entelijansiyası yani âlimi, ârifi ve hakîm’i. Başka bir deyişle, Grmasci’den ödünç alarak söylemem gerekirse, duyarlıkları ve kaderi milletin duyarlıkları, tarihi, kültürü ve kaderi ile bütünleşen “organik aydınları” yok bu ülkenin.
İki asırlık bir mazisi bulunan modern / seküler’leşen Türkiye için kurulabilecek en açıklayıcı ama aynı ölçüde de en sarsıcı üç cümle şu: Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, başına ne geldiğini bilememesidir. Daha kötüsü, bilemediğini de bilememesidir. En kötüsü, celladına âşık edilmesi ve tasmalı çekirgelere dönüştürülmesidir.
TÜRKİYE’YE YAŞATILAN ÖRTÜK / SİNSİ SÖMÜRGECİLİK TECRÜBESİ
Türkiye, doğrudan sömürgeleştirilmedi, dolaylı, örtük ve sinsi bir sömürgeleştirme ameliyesine tabi tutuldu, tutulmaya da devam ediliyor hâlâ!
Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi darbelerle gerçekleştiriliyor. Türkiye bu darbelerle terbiye ediliyor, kökleri koparılmaya, ruh kökleri kurutulmaya ve hizaya getirilerek küresel sistemin önünde diz çöktürülmeye çalışılıyor iki asırdır.
Darbelerin her türü denendi bu iki asırlık süreçte. Bürokratik darbe, askerî darbe, siyasi darbe, ekonomik darbe, hukuk darbesi vesaire.
Türkiye’nin yaşadığı sömürgecilik tecrübesi, gizli, örtük, sinsi bir sömürgecilik tecrübesi: Açık sömürgecilikten daha tehlikeli. Daha tehlikeli; çünkü açık sömürgecilikle emperyalistler açıktan saldırıyorlar ve fizîkî ölümünüzü; örtük sömürgecilikle ise, zihninizi ele geçiriyorlar ve beyin ölümünüzü gerçekleştiriyorlar: Bir toplumun beyin ölümü, mankurtlaştırılması ve ruhsuzlaştırılması, dolayısıyla özünü de, özgürlüğünü de yitirmesi demek.
Özetle… Şunu zihnimize kazıyacağız: Türkiye, dışarıdan ele geçirilemedi, içeriden ele geçirildi.
Başka bir ifadeyle, her zaman söylediğim gibi, Türkiye fiilen işgal edilemedi ama zihnen işgal altında.
BİRİNCİ MARKURTLAŞMA TECRÜBESİ: TANZİMAT
Türkiye üç mankurtlaşma tecrübesi yaşadı. Üç mankurtlaşma tecrübesi de emperyalistler tarafından planlandı, içerideki uyduları tarafından uygulandı.
İki asırlık karmaşık, sinsi bir süreç bu: Birinci mankurtlaşma tecrübesi, Tanzimat’la başladı. Dışarıdan yapılan müdahale içerideki işbirlikçi uydular tarafından gerçeğe dönüştürüldü.
Tanzimat, devletin İngilizlerin müdahalesiyle Osmanlı’daki devşirmeler (omurgasını Sabetaycıların oluşturduğu baronik-masonik şebeke) tarafından ele geçirilmesidir.
Yılmaz Öztuna’nın bile, Gülhane Hattı Hümayunu Tanzimat ile bürokratik darbe yaparak devleti İngilizlere teslim eden Mustafa Reşit Paşa’ya, aptal ve oportünist resmî tarihçiler gibi “Büyük Reşit Paşa” demesi, bu ülkenin entelijansiyasının nasıl ürpertici mankurtlaşma tecrübesi yaşadığımı gözler önüne serer.
Özetle… Tanzimat, Şerif Mardin’in nefis tanımlamasıyla, “Osmanlı’nın kendinden şüphe etmesi ve kendine olan güvenini yitirmeye” başlamasıdır.
LAİKÇİ SOSYAL MÜHENDİSLİK PROJESİYLE GELEN SEKÜLER MANKURTLAŞMA TECRÜBESİ
Mankurtlaşma süreci Meşruiyetle ve ardından gelen laikçilik projesiyle birlikte ivme kazandı ve zıvanadan çıktı: Türkiye’nin İslâmî kimliği, birikimi ve ruhu yok olma tehlikesiyle karşı kaşıya kaldı.
Bizim modernleşme / laikleşme / Batılılaşma tecrübemiz Tanzimat’la başlayan mankurtlaşma tecrübesini en uç noktasına taşıdı: Kendini inkâra ve ruh köklerini yok etmeye kadar taşındı!
Kendini inkârın nasıl intihara dönüştüğünün en sarsıcı örneği olarak tarihe geçti.
ÜÇÜNCÜ MANKURTLAŞMA TECRÜBESİ: 28 ŞUBAT İHANETİ
Daha önce de yazmıştım: 28 Şubat postmodern darbesi, dış mihraklar ve iç uşakları ile gerçekleştirildi. Bir ihanet darbesidir 28 Şubat: Bu toplumun ruhuna, mayasına ve ruh köklerine ihanettir.
Küresel sistemin iki dünya savaşından sonra kriz üstüne kriz yaşadığı kaotik bir zaman diliminde küresel sistemin lordlarının düşman arayışlarının neticesi olarak Soğuk Savaş derhal bitirildi ve yeni bir düşman icat edildi: İslâm. İslâm terörle, şiddetle, fanatizmle özdeşleştirildi ve şeytanlaştırıldı. Batı, bir kez daha öteki üzerinden, düşman üzerinden kendini tarif etti.
Düşman İslâm’dı. İslâm’n yeniden tarih sahnesine çıkışı önlenmeliydi.
Küresel sistem, İslâm’ı, önündeki en büyük engel gördüğü için hedef tahtasına yerleştirildi.
Küresel sistemin İslâm’la savaştığı bir zaman diliminde 28 Şubat’ın generalleri de, “irtica” diyerek İslâm’ı hedef tahtasına oturtma yarışına girdiler!
Dün İslâm’ın bayraktarlığını yapan bir ülkenin metamorfoz yemiş, mankurtlaşmış çocukları son yüzyılda İslâm’ı bu ülkenin hayatından silecek ürpertici işlere imza attılar. Bu ülkedeki -laikliği koruma adına yapılan, aslında Türkiye’nin Batı’nın yörüngesinden çıkmaması ve yeniden İslâmî küresel bir yörünge oluşturmaya kalkışmaması için gerçekleştirilen- bütün darbeler, ülkenin İslâmî bir geleceğe sahip olmasını önlemeye dönük darbelerdir.
Oysa İslâm bu ülkenin birliğinin, dirliğinin ve kardeşliğinin, istiklalinin ve istikbalinin yegâne temeli ve sigortasıdır. Eğer bu ülke İslâm’ı kaybederse, imparatorluk bakiyesi 30’u aşkın etnik kimliğin varolduğu bir ülkede, temelsiz, İslâmsız bir Türk kimliği üzerinden zoraki olarak bir sosyal mühendislik projesi şeklinde icat edilen laik ulusal kimlik, bu toplumdaki etnik kimlikleri kaşımaktan, İslâmî duyarlıkları aşındırmaktan ve Türkiye’yi her bakımdan parçalanmanın eşiğine sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktır.
Küresel sistemin İslâm’la savaştığı bir sırada Türkiye’nin bağımsızlığının sembolü ve sigortası İslâm’ı hedef tahtasına yatıran laik vesayetçi aparatlarının ülkede İslâm’a, İslâmî sembollere ve değerlere vandalca saldırmaları, bu toplumun tanık olduğu en büyük ihanettir.
Toplumumuz, sözkonusu üç mankurtlaştırma projesinin yol açtığı travmalarla boğuşuyor ama bu iç-dış çetelerce geliştirilen “endülüsleşme” (=Türkiye’nin İslâmî kimliğini içeriden yok etme) projelerine karşı da yılmadan, yıkılmadan direniyor iki asırdır…
Bu direniş, dirilişe ve varoluşa dönüşünceye kadar sürecek biiznillah.
Vesselâm.