Öncü kuşakları olmayan toplumlar geleceğe emin adımlarla yürüyemezler. Güçlü, donanımlı, özgüveni yüksek ama tevazu sahibi öncü kuşakları, entelijansiyası olmayan siyasî hareketlerin gelecekleri yoktur.
Tarih öncü kuşakların kanatlarında yükselir. Bizim öncü kuşaklarımızın öncüsü, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, çağrısı çağını kuracak, önümüzü açacak “şafak yağmurları” olarak adlandırdığımız sahabe neslidir.
Bizim öncü kuşaklarımız, aklı harekete geçirerek ilim yolculuğu yapacak âlimler, kalbi harekete geçirerek irfan yolculuğu yapacak ârifler ve ruhu harekete geçirerek hikmet yolculuğu yapacak hakîmlerdir.
Medeniyetimizin yeniden ihyasında ve inşasında kurucu roller öncü kuşak olarak adlandırdığımız yeni Gazâlîler, yeni İmam Rabbânîler, yeni İbn Hakdunlar, Sinan’lar ve Itrîlerdir. Eğer bu öncü kuşakları yetiştiremezsek insanlığın nefes alabileceği hakikat ve adalet medeniyetini insanlığa armağan edemeyiz.
İSLÂM’IN ÖNCÜ KUŞAKLARI ÂLİMLER, ELİTİST DEĞİLDİR, GÜCÜN DEĞİL HAKİKATİN YANINDA OLMUŞLARDIR
Öncü kuşaklarla ilgili söylediklerimin elitizm olarak anlaşılması tehlikelisi zuhûr edebilir. Bu meseleyi, hararetle savunduğumuz bazı ezberlerimizi de yerle bir edecek şekilde kısaca şöyle açıklığa kavuşturmak isterim.
Evet, ilk bakışta, benim elitizm yaptığımı düşünenler olabilir. Sürekli öncü kuşaklar, öncü kuşaklar deyip duruyorum. Hayır burada elitizm yapmıyorum.
Öncelikle şunu bilelim. Halk benim, biziz. Biz, halkın çocuklarıyız.
İkincisi, İslâm›ın öncü kuşakları öncelikle fıkıh âlimleridir ve sadece fıkıh âlimleri ile devlet ve halk arasındaki ilişkilere bakmak bile öncü kuşaklar olarak fakihlerin başka medeniyetlerde gözlendiği gibi seçkin, imtiyazlı, her daim iktidarda / hâkim yani hükmeden konumda olmanın verdiği ayrıcalıkları tepe tepe kullanan, millete zulmeden en üst sınıflar olmadığını görmek için kâfidir.
İmamı Azam Ebû Hanife, âlimlerin, gücün değil, her daim hakkın ve hakikatin yanında olduklarını gösteren en çarpıcı örneklerin başında gelir. İslâm medeniyet tarihi bu tür örneklerle doludur.
İslâm medeniyetinde fakihlerin şahsında öncü kuşakların sosyolojisini ve felsefesini yaptığımızda karşımıza çıkan manzara, hem bildiğimiz bütün ezberleri yok edecektir; hem de tarihe, İslâm tarihine taze, yepyeni perspektiflerle bakmamız gerektiğini gösterecektir bize.
İSLÂM MEDENİYETİ, FIKIH MEDENİYETİDİR
İslâm medeniyeti, fıkıh medeniyetidir, esas itibariye.
Fıkıh nedir? En genel, en bilinen ve imajinatif tarifiyle, “kişinin lehinde ve aleyhindekileri fehmetmesidir.”
Tefakkuh eylemidir fıkıh. “Allah sevdiği kulunu dinde fakih kılar.”
Tefakkuh eyleminin fehmetme yani idrak etme gibi zihnî bir çaba olarak tarif edilmesi ne kadar kışkırtıcıdır, değil mi!
Fıkıh, Akaid’in daha genelde Kelâm’ın yani İslâm’ın sâbitelerinin hayata aktarılması, değişkenlerin sâbiteler ışığında dönüştürmesi işlemi ve eylemidir.
Aslında esas itibariyle, amelî bir iştir fıkıh aslında. Ama Müslümanca düşünmenin altın kurallarından birine tam da burada fıkh üzerinden ulaşıyoruz: İslâm›da nazarî olan ile amelî olan yani teori ile pratik birbirinden ayrılamaz. Fıkıh, ne kadar nazarî bir ilimse, o kadar da amelî bir ilimdir. Sadece amelî, pratikle ilgili bir ilim değildir. Sadece amelî bir işleme indirgenirse fıkıh özünü ve ruhunu yitirir.
Fıkıh, önce durumu veya eşyanın tabiatını idrak eylemidir; bu fıkhın nazarî boyutudur; fıkıh sonra da duruma müdahale işlemi; bu da fıkhın amelî boyutu.
Müslümanca düşünüşün ve yaşayışın en temel ilkesi burada gizlidir işte: İslâm’da teori ile pratik etle tırnak gibi iç içe geçmiştir ve kopmaz bir ilişki içindedir, o yüzden İslâm’da teoriden pratiğe, pratikten de teoriye gidebilirsiniz kolaylıkla…
İlim, hayata aktarıldığı sürece bir kıymet ifade eder, hayatta karşılığı olmayan bilginin bir kıymeti harbiyesi yoktur.
Özetle… Fıkıh, değişkenlerin (yani İslâm’ın hayat-dünyasının nasıl inşa edileceğinin) ilkelerini düzenleyen bir ilimdir. Ama bunu güçlü bir nazariye ile yapması sözkonusudur fıkhın ve fakih’in. Yukarıdada da değindiğimiz gibi, önce durumu, hâdiseyi, meseleyi, kişinin ya da hakikatin ne kadar lehine ya da aleyhine olduğunu idrak etmesi, fehmetmesi, sonra duruma müdahale etmesi söz konusudur.
Burada kişi ile hakikat’i eşleştirerek kullandığım dikkatinizden kaçmamıştır umarım. Allah (cc), insana, ruhundan üflediği için, insan, hakikattir bizim zihin ve hayat dünyamızda. İnsan, hakikatin ta kendisidir ve hakikat, insanda dercedilmiştir: İnsan en büyük kitaptır okunmayı bekleyen.
İnsanı aynı anda hem enfüs hem de âfâk boyutlarında okuyabilen medeniyetler yaşanabilir bir hayat inşa edebilirler. İnsanı okuyabilmek için kâinât kitabını da, hakikat kitabı Kur’ân’ı da okuyabilecek bir idrak seviyesine, eşyanın hakikatlerine nüfûz etmemizi sağlayacak bir yol haritasına sahip olmamız gerekir. İşte bu yol haritasını bize, nazarî ve amelî boyutlarıyla fıkıh verir.