YUSUF KAPLAN - MANACILIĞIN MODERN MASKESİ - 07 Nisan 2025 Pazartesi

YUSUF KAPLAN - MANACILIĞIN MODERN MASKESİ - 07 Nisan 2025 Pazartesi

YUSUF KAPLAN - MANACILIĞIN MODERN MASKESİ - 07 Nisan 2025 Pazartesi


MTO’muzun en parlak talebelerinden Mehmet Varıcı hocamızın camilerin hayatımızdaki ve günümüzdeki rolüyle ilgili makaleleri, sizlerden güzel ilgi gördü. Varıcı hocamız, camilerle ilgili yazdığı yazıları bu yazıyla taçlandırıyor. Zihin açıcı okumalar.

 

En sağlam engeller en görünmeyen olanlarıdır.

Bir ülkeyi işgal etmek için her zaman tanklara, uçaklara ve ordulara gerek duyulmaz. Kimi zaman sırıtan suratlarla, “demokrasi” diyerek, “özgürlük” vaat ederek gelir kuşatma. Kurtuluş Savaşı’nda meydanlarda reddettiğimiz manda ve himaye, bugün farklı yüzlerle aramızda dolaşıyor gibi. Kim bilir belki de esaret, fil eğitiminde kullanılan zincirler gibi ta en baştan boynumuza sinsice dolanmıştır. Sermayenin kalelerini tutanlar ve siyaset sahnesinin yeni aktörleri, yabancı vakıfların fonlarıyla devşirilirken, haberdar mıyız iç cephedeki çatışmalardan? Görünmez ellerle şekillenen bu sahnede, aslında neyi ve kimi alkışlıyoruz? Bu sorular cevap bekliyor; çünkü zincirler ancak görüldüğünde kırılır.


Asıl mesele, ülkeyi yönetenlerin sadece siyasi liderler olmadığı gerçeğidir. Öyle ki siyasetin gizli aktörleri çoğu kez gölge sahnesinde görünmez eller tarafından yetiştirilir, beslenir ve yönlendirilir. Uluslararası kuruluşların, Batılı vakıfların ve “sivil toplum” maskesi altındaki yapıların uzun yıllara yayılan sabırlı planları, tam da burada devreye girer. Rockefeller’ın sağlık projeleriyle başlayan, Ford Vakfı’nın eğitim burslarıyla devam eden, Alman siyasi vakıflarının sessizce yürüttüğü mühendislikle pekişen bu süreç; bugün siyaset dünyamızın ve ekonomi çevrelerinin kritik aktörlerini kendi ekseninde şekillendirmiştir. Artık Batı’nın gücüne ve sermayesine hayran “modern devşirmeler” yetiştirmek için devşirme yasaları gerekmiyor; zihinlere yerleştirilen hayranlık yeterlidir. Bu hayranlık, bağımsızlık söylemlerini içi boş sloganlara dönüştürür; milli çıkarları, Batılı başkentlerin gündemine teslim eder.

Bugün ekonomik bağımsızlık iddiasındaki büyük sermaye gruplarının temsilcileri, hükümetle yaşanan her gerilimde yabancı yatırımcının endişesinden bahsediyor. Bu endişe kimin endişesidir, hangi çıkarları korur hiç sorgulanmıyor. En güçlü şirketlerin buluştuğu derneklerin, Türkiye’nin çıkarlarından çok uluslararası sermayenin çıkarlarını dillendirmesi tesadüf olabilir mi? Bu kurumların yüksek perdeden dile getirdikleri hukuk ve demokrasi talepleri, özünde dış baskıyı davet eden, millî politikaları itibarsızlaştıran mesajlar taşımıyor mu?

Muhalefetin önde gelen temsilcileri, hak ve özgürlük taleplerini Washington’da, Brüksel’de, Berlin’de ifade ettiklerinde acaba kendi milletlerinin sesiyle mi konuşmaktalar? Yoksa içeride alamadıkları desteği, dışarıdan mı beklemekteler? Ülkenin kuruluş felsefelerinden biri olan “manda ve himaye kabul edilemez” söylemi, büyük bir tezatlık barındırıyor. Çünkü tarih bize şunu gösteriyor: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken de, bağımsızlık iddiasının gölgesinde bile devşirme mekanizması işliyordu. Robert Koleji gibi kurumlar, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte Batılılaşma projelerinin merkezinde yer almıştı. Burs programları aracılığıyla seçilen en parlak gençler, Batı’nın liberal dünya görüşüyle şekillenmiş ve Türkiye’nin siyasi ve ekonomik elitlerini oluşturmuştu. Rockefeller Vakfı’nın sağlık ve eğitim projeleri, Cumhuriyet modernleşmesinde yerel kültürü ve İslâmî değerleri zayıflatan derin etkiler bırakmıştı. Yani bağımsızlık iddiasının altında, fark edilmesi zor bir dönüşüm süreci çoktan başlamıştı.


Bugün de aynı görünmez mekanizma farklı yüzlerle işlemeye devam ediyor. Meydanlarda bağımsızlık yemini eden bir milletin bugünkü siyasal aktörleri ve büyük sermaye temsilcileri, siyasi ve ekonomik sorunları çözmek için yabancı güçlerden destek beklemeyi normalleştir görünüyor. İç cephe dediğimiz şey, tankla, tüfekle yıkılacak taştan bir duvar değildir. Güven duygusunun zedelendiği yerde iç cephe çöker. İşte yabancı vakıfların fonları, projeleri ve eğitim programları aracılığıyla devşirilmiş siyasetçilerin ve patronların, o güven duvarına bilerek ya da bilmeyerek indirdikleri ağır darbelerin sesi kulaklarımızda neden çınlamıyor?

Üstelik Türkiye’nin tarihî süreci dikkatle incelendiğinde, bağımsızlık iddiasına rağmen kapalı kapılar ardında mandacılığın sessizce kabul edildiğini ve sürdürüldüğünü gösteren dönemler yaşandı bu ülkede. Mandacılıktan kurtulmaya çalışan hükümetlerin ve siyasi hareketlerin yaşadıkları zorluklar, buna en net örneklerdir. Bu süreçte yaşanan 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat, 17-25 Aralık ve Gezi olayları gibi kritik dönüm noktaları, uluslararası güçlerin ve içerideki işbirlikçilerinin, bağımsız hareket etmek isteyen siyasi iradeye karşı verdikleri mesajlar içeriyor. Türkiye’nin ekonomik ve teknolojik girişimleri her seferinde benzer engellerle karşılaştı. Vecihi Hürkuş’un çabalarıyla ortaya çıkan uçak fabrikalarının kapatılması, Devrim otomobillerinin sessizce rafa kaldırılması, bugün TOGG gibi millî projelerin hedef alınarak boykot edilmeye çalışılması, tarihî süreçte birbirini tamamlayan girişimler...

Bugün Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike, mandayı açıktan teklif edenler değil, onu görünmez iplerle ülkeye bağlayanlardır. Zihinlerde başlatılan mandacılık, eğer fark edilmezse, bir süre sonra ekonomi ve siyasetteki hamlelerin dışarıdan yönlendirilmesi olarak somutlaşır. İmza atılan bazı uluslararası anlaşmaların, yapılan ekonomik yatırımların, savunulan politikaların Türkiye’nin mi yoksa başkalarının mı çıkarına hizmet ettiği sorusu, açık yüreklilikle sorulmalıdır. Eğer bu soru sorulmazsa, ekonomik büyüme, demokratikleşme ve özgürleşme adı altında dışarıdan uzanan bağımlılık zincirleri daha da güçlenir.


İşte tam bu noktada kritik bir eşikte duruyoruz. Gerçek bağımsızlık, ancak zincirleri görebilenlerin sahip olabileceği bir ayrıcalıktır. Manda ve himaye, artık eskisi gibi açıkça teklif edilmiyor; bunun yerine siyasi ve ekonomik bağımlılık, daha modern, daha şık, daha “insani” yöntemlerle inşa ediliyor. Vakıfların cömertliğiyle şekillendirilen zihinler, dışarıdan fonlanan derneklerin parıltısıyla körleşen gözler ve bağımsızlık iddiaları içinde bağımlılığı kabullenen söylemler, iç cephenin savunma hatlarını her geçen gün daha da aşındırıyor.

Oysa iç cephe çökerse, dışarıdan gelecek saldırılara gerek kalmaz. Bu ülkenin bağımsızlığı, ekonomik ve siyasi olarak sağlam tutulmadıkça, meydanlarda edilen bağımsızlık yeminleri sadece bir söylem olarak kalır. Unutulmamalıdır ki görünmeyen zincirler ancak görülünce koparılır, görünmeyen eller ancak fark edilince geri çevrilir.

Bugün ülkenin dört bir yanında, fabrikalarında, üniversitelerinde ve siyaset kürsülerinde bir karar vermek zorundayız: Ya tarihî bir bilinçle bağımsızlık idealine sahip çıkacağız ya da sessiz sedasız yeniden bir mandacılığın esaretine düşeceğiz. Tercih, her zamanki gibi milletindir. Ancak bu tercih yapılırken dikkat edilmesi gereken bir gerçek var: İçimizdeki truva atları ve gölge mühendisleri, yeni bir mandacılığı alkışlar eşliğinde sahneye koymaya çoktan başladı bile.

O hâlde, uyanık kalmalı ve zincirleri görmeli. Aksi halde boynumuza dolanan zincirlerin paslı zehri kanımızı emmeye devam eder...

 

https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/manaciligin-modern-maskesi-4692539