Çağımızın yaşayan en büyük tarihçilerinden biri, belki de birincisi William McNeill, Külliyat yayınlarından çıkardığımız Avrupa Tarihinin Oluşumu başlıklı önemli kitabına, ezber bozucu bir tartışmayla giriş yapar.
AVRUPA TARİHİ ÖZGÜRLÜKLER DEĞİL İMTİYAZLAR TARİHİDİR
Avrupa tarihi özgürlükler tarihi olarak yazılır hep, der McNeill ve bunun büyük bir mit / “masal” olduğunu söyler, Avrupa tarihinin “imtiyazlar / ayrıcalıklar tarihi” olduğunu hatırlatır. McNeill’in, izinden gittiği Fernand Braudel de aynı fikri temellendirmeye çalışmıştı ondan yıllar önce…
Özgürleşme’den öncelikle liberalizmi kasteder McNeill ama daha derinlemesine bakıldığında sekülerizm sorunu olduğunu görürüz bunun. Hem liberalizm sorunu hem de sekülerizm sorunu insanın özgürlüğü sorunudur aslında.
İnsanın özgürlüğü sorunu, iki otoriteden kurtulma ya da bağımsızlaşma meselesidir: Birincisi, hristiyan kilisesinin otoritesinden / tasallutundan kurtulma; ikincisi de insanın aklı kutsamasının eseri olarak insanı araçların esiri derekesine düşürecek bilim kilisesinin seküler otoritesinden / tasallutundan, insanı araçların kölesi kılan kapanından kurtulma sorunu.
Modernite, özgürlük retoriği olarak kuruldu ama kendi dışındakilerin özgürlüklerinin, kendi olma, kendi olarak kalma haklarının yok edildiği saldırgan bir tecrübe üretti yerküre üzerinde. Bu mesele, ayrı bir yazının konusu.
İSLÂM, KANT VE İNSANIN ÖZGÜRLÜK SORUNU
Modernitenin özgürlük vaadi, retorikten ibaret kaldı. Felsefî derinlikten de yoksundu çünkü. Moderniteyi kuran bütün yapı taşlarını döşeyen Kant’ın temel sorununun özgürlük sorunu olması bundan kaynaklanıyordu.
İslâm medeniyeti kuşatılacak, durdurulacak ve Avrupa kurulacaktı: İslâm medeniyetinin dünya hayatını inkâr etmeyen dinamizminden beslenen Protestanlıkla dolayısıyla kilise gücünün nihâî olarak devre-dışı bırakılması ve dünyevî / beşerî gücün devreye girdirilmesi, yegâne otorite, hegemonya ve meşrûiyet kaynağı katına yükseltilmesiyle İslâm medeniyeti durdurulabilir, Avrupa’yı, ancak dini hayattan uzaklaştıran ve dünyayı, dünyevî gücü kutsayan Protestanlık kurabilirdi.
Kant, büyük adamdı. Eflatun’dan sonraki ilk büyük filozof olarak kendisini görüyordu. Tartışılabilecek ilginç bir konuydu bu. Ama tartışılmayacak konu şuydu: Kant, son Eflatuncu’ydu: İnsanın kiliseden özgürleşmesi, Tanrı’dan özgürleşmesi, gerçek anlamda özgürleşmesini mi getirecekti yoksa özgür iradesini, geçici güçlere ve aygıtlara kaptırmasıyla, dolayısıyla özgürlüğünü kaybetmesiyle mi sonuçlanacaktı?
Kant’ın zihnini meşgul eden büyük soru/n buydu.
Kant, nihâî bir çıkış yolu sunmadı. Uçları birleştirmekle yetindi: İngiliz ampirizmi ve Fransız rasyonalizminin aşırılıklarını törpüleyerek bir sentez koydu ortaya: İlk bakışta iyi çatılmış gibi duran ama çatırdağında çok büyük yıkıma yol açacak bir zihin mimarisi, yapı/lanma/sı.
Dualizm felsefesi, ruh-beden dualizmi hangi taraf ağır basarsa bassın, sonuçta, çıkmaz sokağın eşiğine sürüklüyordu insanı. Dualizm aşılmalıydı. Ortaçağlarda “ruh” yani kilise kutsandı; ama kilise dondurdu zihni.
Bu kez beden / nicelik / araç kutsanma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirdi. Dün Hıristiyanlık kilisesinin yerini alan özgürlük kaybı sorunu, artık, akıl kilisesi, bilim kilisesi, teknoloji kilisesi tarafından yaşatılabilirdi bütün insanlığa.
Kant bütün bu ontolojik sorunları görebilen ama Avrupa’yı geçici olarak da olsa kuracak ve ayağa kaldırarak “kurtaracak” felsefî çıkış yolunu bulabilen veya önerebilen tek kişiydi: Yıkıcı dualizm aşılmalıydı.
KANT’IN SEKÜLER AHLÂK’I VE YÜCE ESTETİĞİ, İNSANA ÖZGÜRLÜĞÜNÜ VEREBİLDİ Mİ
Sentez önerdi Kant. Ama “yapay” bir sentezdi önerdiği: Hıristiyan kilisesinin insanın özgür iradesinin önüne set çekmesini önlemek için aklın önünü açtı; ama aklın aşırılıklarının dünyayı cehenneme çevirmesinin önüne geçmek için de aklın aşırılıklarını dizginleyecek iki yol sundu: Dinden bir şekilde kopmuş seküler bir ahlâk ama görünüşte dinde köklenen “yüce” bir estetik.
Önce kilisenin gücünü akılla kıran Kant, sonra aklın aşırılıklarının önünü ahlâk ve estetik önerisiyle kesmeye, dizginlemeye çalıştı.
Biz “kendinde şeyleri” yani numen’leri, insanı aşan metafizik gerçekleri anlayamayız, biz “kendine göre şeyleri” yani duyulur ve akledilir fenomenleri anlayabilir ve kontrol edebiliriz, dedi.
Böylelikle modern Avrupa’yı kurdu ama bütün insanlığı büyük bir ontolojik felâketin, yok oluş sürecinin eşiğine fırlatan pimi de kurup kenara çekilmiş oldu.
İşte o pim, başka bir Alman tarafından patlatıldı: Nietzsche, tanrı fikrini, hakikat fikrini yok ederek insanlığı ontolojik yok oluş felaketinin eşiğine sürükleyen nihilizmin ve tekno-paganizmin dölyatağı modernliğin ipini çekti, patlattı “balonu”.
Modernlik dediğimiz şey, sekülerleşmedir, dinin hayattan çekilmesi. Dünyevî olanın dinselleştirilme süreci ise postmodernlik.
Avrupa tarihini özgürlükler tarihi değil, aksine insanın hakîkî anlamda özgürlüğünü yitirme tarihi olarak okumaktan yanayım: Modern Avrupalı insan, Hıristiyan kilisesinin tasallutundan kurtulayım, özgürleşeyim derken, bilim kilisesinin kapanına kıstırdı özgürlüğünü.
Sadece bilim teknolojiklerinin değil, duygu teknolojilerinin hız, haz ve ayartı tanrılarının kölesi olup çıktı insan.
Hakikatin izini sürme kaygısıyla değil, yeryüzünde hâkimiyet kurma kaygısıyla yol alan, o yüzden de insanı tanıyamayan bir uygarlığın insanı varkılabilmesinden, insana özgürlüğünü armağan edebilmesinden söz etmek abesle iştigal etmek değil de nedir?
Araçlara, dünyaya sahip oldu modern insan ama özgürlüğünü araçlara kaptırdı, araçların insana sahip olmasının önüne geçemedi. İnsan önce kaba güç teknolojilerinin, sonra da yumuşak duygu ve ben teknolojilerinin kölesi olup çıktı; bunu da özgürleşmek sandı!
İnsan yanıldı.
Şimdi bize insana yanıldığını gösterecek ve hakikatin izini sürmesini sağlayacak esaslı, diriltici, diriltip kendine getirecek uzun soluklu bir yolculuk gerek… Bilme / ilim, bulma / irfan ve olma / hikmet yolculukları…
Vesselâm.