Çok büyük bir âfet, çok ağır bir imtihan yaşıyoruz toplum olarak!
Her imtihan bir imkândır; her imkân da bir imtihan.
Bu jeolojik deprem’in manevî depremleri tedavî edici veya iyileştirici bir yanı olduğu konusunu bu imkân-imtihan diyalektiği üzerinden felsefî olarak ele almak istiyorum bu yazımda.
BÜYÜK YOLCULUKLAR, İNSANIN İÇ DÜNYASINDA BAŞLAR ÖNCELİKLE…
Tarih felsefesinin diliyle konuşayım: Tarih, tarihteki büyük oluşumlar, tarihî yeni başlangıçlar, büyük yıkımların, yok oluşların, ekonomik, siyasî, kültürel krizlerin eseridir, aynı zamanda.
Yeni başlangıçlar, genelde, büyük, ağır buhranların sonrasında gerçekleşiyor tarih boyunca. Büyük yıkımlarla, felaketlerle, savaşlarla, altüst oluşlarla karşılaşan toplumlar veya medeniyetler, felaket denen şeyle, hayatın acısı ile bizzat yüzleştikten sonra önaçıcı taze başlangıçlar yapabiliyor…
Tarih, acının çocuğudur, diyebiliriz. Ancak acıyı yaşayan toplumlar, acımasız olmaktan kurtulabilirler: Acı, acımasızlığının önüne set çeker.
Dış dünyada yaşanan acı, insanın, iç dünyasını keşfetmesini, iç dünyasını inşa edecek köklü, derinlikli, uzun soluklu bir kendini inşa yolculuğu gerçekleştirmesini mümkün kılar.
Tarihin akışını değiştiren bütün büyük yolculuklar, önce, insanın içinde, iç dünyasında başlar. Kendi içinde bir dünya inşa edemeyen bir insan, dışarıda bir dünya inşa edemez aslâ. Kendini inşa edemeyen bir toplum, yaşanabilir bir dünya kuramaz ve sunamaz insanlığa.
ACI, ACIMASIZLIĞI ÖNLEYEN BİR İMKÂN SUNAR…
Büyük krizler, bize, insanın kendini, hayatın acısını, hüznünü ve neşvesini görebilmesini, tadabilmesini mümkün kılar. Acı, acımasızlığı önleyen bir mekân, bir imkân sunar insana.
Acıyı yok ederseniz, insanın acımasızlaşmasının yapıtaşlarını döşersiniz. Acıyı tatmayan insan, acımasızlaşmaktan kurtulamaz. Acı, insan üzerinde, hayat üzerinde, dünyamız, sorunlarımız ve hakikat üzerinde düşünme imkânı sunar bize. Acısız hayat, insanı hayattan koparır, insanlığından uzaklaştırır, ruhsuzlaştırır ve acımasızlaştırır.
Elbette ki, acıya davetiye çıkarmak gerekmez. Acı’yı anlamak gerekir bütün felsefî boyutlarıyla…
Felsefî olarak bilmemiz gereken hakikat şu: Hayat, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış, aydınlık ve karanlık dikotomileri üzerinden işler.
Bize ilk bakışta “iyi” olarak görünen şey mutlak anlamda “iyi” olmayabilir. “Kötü” de, mutlak anlamda “kötü” olmayabilir aynı şekilde.
Mutasavvıfların diliyle konuşmak gerekirse, kötü diye bir şey yoktur aslında. Kötü görmek, kötü bakmak vardır. Allah’ın yarattığı her şey iyi’dir aslında. Kötü gibi görünen şey, iyi’nin görülmesini sağlamak içindir.
“Kötü”, Rabbimizin, bize “iyi”yi gösteren bir iyiliği olarak görülürse, rahmet tecellî eder. Karanlık, bize Rabbimizin aydınlığı gösteren, farketmemizi sağlayan Rahman’ın bir rahmet ışığı, “gizli rahmet eli” olarak görülebilir.
En azından şunu söyleyebilecek durumdayız: Karanlık olmasa aydınlığı, kötü olmasa iyi’yi, yanlış olmasa doğru’yu nasıl fark edecektik ki?
İkinci nokta da şu burada: Allah, iyi ile kötü’yü birbirinden ayırt edecek irade, kudret ve ilim hasletleri yüklemiş insana. Buradan husûle gelecek mahsûlün iyi mi kötü mü olduğunu bilecek şekilde hareket etme hürriyeti bahşetmiş aynı zamanda. Ne büyük nimet! Şükretmek gerek!
“MANEVÎ DEPREM”İ AŞMADAN ASLÂ!
Önce şunu bilelim: Bu maddî deprem yaşanmadan önce, biz manevi depremi yaşadık zaten iliklerimize kadar yeterince: Ahlâk çözülmüştü. Haram-helâl ölçüleri neredeyse yok olmuştu. Her alanda ve her bakımdan çürüme had safhaya ulaşmıştı. Asıl deprem, toplumu yok edecek asıl büyük deprem, yakıcı ve yıkıcı deprem işte bu manevi depremdi’r: Manevî değerlerin aşınması, buharlaşması, yok olması.
Manevî deprem yaşamayan bir toplumu, hiçbir maddî deprem çökertemez.
Haram-helâl ölçülerine riayet eden bir toplumu hiçbir deprem yıkamaz!
Kul hakkına özen gösteren bir toplumu hiçbir deprem yok edemez.
Âhiret inancını yitirmeyen bir toplumu hiçbir deprem tarihten silemez.
Maddî depremi aşabilmenin tek veya en güçlü yolu, manevî değerler ve ilkeler bakımından güçlü olmaktan geçer.
Bu depremin, bu acının bize öğrettiği ya da öğretmesi gereken iki şey var: Manevî değerleri aşınan, haram-helal ölçülerini yitiren, dolayısıyla sekülerleşen bir toplumun -Hegel’in çok iyi tespit ettiği üzere- “barbarlaşması” mukadderdir. Seküler toplumlarda manevî değerler aşındığı için toplumların sekülerleştikçe barbarlaştığını ve bu barbarlaşma biçiminden insanlığı İslâm’ın çıkardığını, kurtardığını söylüyor Hegel o ünlü Tarih Felsefesi kitabında.
İnsanlar, toplumlar dünyevîeştikçe, hesap sorulacağı inancını yitirdikçe, yolsuzluğun, her tür ahlâksızlığın önüne geçilmesi çok zordur. Bunun deprem hâdisesindeki en ürpertici örneği, binaların insan ve toplum varlığını da, tabiî çevreyi de tehlikeye sokacak şekilde malzemeden çalarak, temel mimarî-mühendislik ilkeleri hiçe sayılarak inşa edilmesidir.
Allah korkusu olan, âhirete inanan bir mimar, aslâ hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvete başvuramaz. Mimar Sinan’ın en sağlam, en güçlü, en kullanışlı, en estetik ve ruh dolu şehirleri, yapıları inşa eden bir mimar olarak tarihe geçmesinin gerisindeki sır, meslek ilkelerine, mimarinin ilkelerine, İslâm’ın iyi, güzel ve doğru fikrini, idrakini giydirmesi ve taşa ruh üflemesidir.
Haram-helâl ölçülerine, kul hakkına özen gösteren gayrimüslim toplumu Allah zelil etmez. Ama haram-helâl ölçülerine riayet etmeyen bir Müslüman toplumu Allah en ağır şekilde cezalandırır.
Sözün özü: Yaşadığımız felâketten ders çıkarmasını bilmeliyiz. Haram-helâl ölçülerine, kul hakkına ve mimarlık meslek ilkelerine riayet ederek şehirlerimizi daha insanca, ruh dolu, yaşanabilir ve estetik şehirler olarak inşa etmek için bu ağır depremi bir imkâna dönüştürebilmeliyiz.
Unutmayalım: Dünyada şehirlerini bizim kadar katleden, ruhsuz betonarme terörünün insafsızlığına ve ruhsuzluğuna terkeden ikinci bir toplum yok. Deprem bu gerçeğin görülmesine vesile olursa, depremden çıkarmamız gereken en önemli derslerinden birini çıkarmış oluruz.
Yarınki yazıda, depremin bastırılan kültürel genlerimizde gizli olan kardeşlik ve dayanışma ruhunu nasıl gün ışığına çıkardığını yazacağım.