YUSUF KAPLAN - CÂMİDEN ŞEHRE BAKMAK: MEKÂNIN RUHU HİRA'DAN MEKKE'YE - 06 Nisan 2025 Pazar

YUSUF KAPLAN - CÂMİDEN ŞEHRE BAKMAK: MEKÂNIN RUHU HİRA'DAN MEKKE'YE - 06 Nisan 2025 Pazar

YUSUF KAPLAN - CÂMİDEN ŞEHRE BAKMAK: MEKÂNIN RUHU HİRA'DAN MEKKE'YE - 06 Nisan 2025 Pazar


Mehmet Varıcı kardeşimizin camilerimizin anlam be önemini tartıştığı nefis yazısının üçüncü bölümünü sizlerle paylaşıyorum bu sütunda. Güzel bir pazar yazısı olacak.

Zihin açıcı okumalar..,

Mekke’ye ilk bakış, bir mağaranın yalnızlığından başlamıştı. Orada, mağaranın sessiz taşları arasında şekillenen ilk bakış, önce bir kalbin, sonra da dünyanın kaderini değiştirdi. Tarih, çoğu kez böyle beklenmedik bakışlarla yön değiştirir. Bugün, caminin minarelerinden kalabalıklara doğru baktığımızda, aynı kadim hikâyenin devam ettiğini fark edebilir miyiz, bilmiyorum. Ama emin olduğum bir şey var: her dertli bakış, insana bir sorumluluk yükler. Hira’dan Mekke’ye bakmak, bu yüzden sadece bir manzara seyri değil, bütün çağları içine alan, her şehirle yeniden kurmamız gereken bir irtibattır. Şimdi, câmiden şehre bakarken, belki yeniden o ilk bakışın ağırlığını ve sorumluluğunu üzerimizde hissetmeliyiz. Çünkü şehir, hâlâ bizi bekliyor.


Hira'daki mağarada başlayan ilk sesleniş, önce bir şehri, ardından bir dünyayı değiştirdi. Tek kişilik bir sessizliğin içinden yükselen bu çağrı, Mekke’nin tozlu sokaklarında yankılanarak insanlığın tarihini kökten dönüştüren bir devrime dönüştü. Câmi, işte bu devrimin kalbinde doğdu ve insanlığa yeni bir medeniyetin kapısını açtı. İlk mescit, Mekke’nin karmaşasında bir sığınak olduğu kadar, zulmün ve adaletsizliğin karşısında bir direnç merkeziydi de. Medine’ye hicretle birlikte inşa edilen Mescid-i Nebevî ise, sadece bir ibadethane değil, adaleti, kardeşliği ve merhameti önceleyen bir toplumun inşasına adanmış gerçek bir devrim üssüydü. O mescitte saflar arasında yan yana duran Bilal ile Ebu Bekir, köle ile efendi arasındaki eski düzeni kaldırıyor, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) öncülüğünde yepyeni bir dünyanın temelini atıyordu. Tarih boyunca camiler, şehirlerin kalbinde yükselirken, bu devrimci ruhun temsilcisi oldu; sessiz ama köklü bir değişimin bayrağını taşıdı. Bugün bizim câmiden şehre bakarken hatırlamamız gereken, işte bu büyük değişimin kökleridir. Çünkü câmiler, insanlığın sadece kalplerini değil, toplumlarını da şekillendiren bir başlangıç noktasıdır.

Tarih, câmilerden yükselen seslerin şehirleri nasıl değiştirebileceğine dair güçlü örneklerle doludur. Mesela Kudüs’ün fatihi Selahaddin Eyyûbî’nin, Şam’daki Emeviyye Camii’nde verdiği hutbe, şehirde dalga dalga yayılarak toplumun kalbine dokunmuş ve uzun süredir kaybolmuş olan birlik ruhunu yeniden diriltmişti. O gün hutbede yükselen çağrı, sadece Şam’ın değil, bütün İslâm dünyasının kalbinde yankı bulmuştu. Kısa süre içinde esnaf, ilim adamları, gençler ve ihtiyarlar, camiden aldıkları ilhamla bir araya gelmiş, şehirde dayanışma ve adalet yeniden hayat bulmuştu. Sokaklarda dilencilerin azaldığı, ticarette haksızlıkların kaybolduğu, insanların birbirine karşı daha merhametli ve dürüst davrandığı anlatılır tarih kitaplarında. İşte o gün Şam, câmide doğan kelimelerin gücüyle yeniden şekillenen bir şehir hâline gelmişti. Bu olay bize, caminin insanları değil, şehirleri ve toplumları da değiştirebilen devrimci gücünü gösterir.

Bugün, Emeviyye Camii’nin minberinden yükselen o sesi, Selahaddin Eyyûbî’nin toplumları değiştiren çağrısını hayâl etmek güç olabilir. Şehirler değişti, toplumlar dönüştü, câmiler ise sanki yavaşça hayatın içinden çekildi. Artık şehirlerin kalbinde değil, kenarında; yaşamın merkezinde değil, çeperinde yer almaya başladı. Bir zamanlar bütün şehirlerin kaderini tayin eden hutbelerin sesi, bugün çoğu zaman câmilerin yüksek duvarları arasında hapsolmuş gibi. Câmiler hâlâ görkemli, hâlâ kalabalık, fakat artık şehirleri dönüştürme gücüne sahip değilmiş gibi sessiz. Şimdi sorulması gereken belki de şudur: Camiler mi sustu, şehirler mi sağırlaştı? Şimdinin insanı, minberden yayılan o kadim çağrıyı neden işitemiyor? İşte belki burada, kendi zamanımızın meselesini ve câmi-şehir ilişkisini yeniden düşünmemiz gerekiyor.


Belki de câmilerin şehirlerden uzaklaşmasının tüm sorumluluğunu şehirlere yükleyerek hata ediyoruz. Bu kopuşun perde arkasında, kendi payımızı görmezden gelmek mümkün mü? Câmi, toplumdan uzaklaşırken biraz da buna kendisi razı olmuş gibi. Bugün camilerin kapıları çoğunlukla yalnızca vakit namazlarında açılıyor, sonra yeniden sessizliğe gömülüyor. Minberlerden yükselen hutbeler, cemaatin gerçek meselelerine, mahallede yaşayan insanların günlük dertlerine ne kadar temas ediyor? Eğer minberin sesi sokaklara, pazarlara, evlere ulaşamıyorsa, bunda câminin hiç mi payı yok? Kapılarımızı sadece fizikî olarak değil, kalben ve ruhen de kapattığımız için olabilir mi camilerin gittikçe sessizleşmesi?

Oysa bir zamanlar gençler camilere koşarak gelir, sorularına cevap bulur, tereddütlerinden sıyrılır, hayatlarına yön verecek gücü câmi sohbetlerinden alırdı. Bugünse gençler camilerin kapısından adım atmaya çekiniyor; belki de içeride karşılaşacakları kayıtsızlıktan, anlaşılmamaktan korkuyorlar. Kapıdan girince sıcak bir tebessümle karşılaşmadıkları, kendi meselelerinin konuşulmadığı, yabancı hissettikleri bir mekâna dönüşüyor belki de câmiler onlar için. Bu yüzden, câmilerin hayatın dışında kalmasının sorumluluğunu üstlenmeli, kürsülerden söylenen sözlerin sıcaklığını, cemaat arasındaki samimiyeti ve minberlerin topluma söyleyecek yeni sözler üretip üretmediğini dürüstçe sorgulamalıyız.

Çünkü câmiden şehre bakarken gördüğümüz yabancılaşma, aslında biraz da bizim iç dünyamızın bir yansımasıdır. Şehirlerin ruhunu yitirmesinde bizim payımız olmadığını söylemek ne kadar mümkün olabilir? Değişim, câmilerin içinde başlayacak; kapılarımızı dışarıya açarak, insanlara, onların gerçek dertlerine kalbimizi açarak mümkün olacaktır. Şehre yeniden ruhunu kazandırmak istiyorsak, önce câmiler kendi içlerine dönmeli, konuşacak yeni kelimeler, insanlara ulaşacak samimi yollar aramalıdır.


Bugün camileri şehirlerin yeniden kalbi yapmak istiyorsak, öncelikle onların işlevini ve anlamını yeniden düşünmeliyiz. Câmiyi yalnızca mimarî bir yapı ya da ibadet mekânı olarak görmek yerine, hayatın içinde canlı ve dinamik bir merkez hâline getirmeliyiz. Belki camilerde, mahallenin gençlerini ve yaşlılarını buluşturacak kültürel programlar, sohbet halkaları, sosyal yardımlaşma etkinlikleri düzenleyerek işe başlayabiliriz. Minberden söylenen sözler, cemaatin yaşadığı hayatla temas etmeli; hutbeler, şehrin sorunlarına ışık tutarak toplumun kalbine seslenmelidir. Belki câmi avlularına kitaplıklar, gençlerin rahatça sohbet edip buluşabilecekleri mekânlar kurmak gerekir. Belki de câmi görevlilerinin mahallelinin evlerini ziyaret edip, gençlerle doğrudan iletişim kurması gereklidir. En önemlisi, camilerin kapılarını sadece ibadet vakitlerinde değil, günün her saatinde açık tutmak ve orayı insanların rahatça girip çıkabileceği, kendilerini ifade edebileceği mekânlar olarak yeniden inşa etmek gerekir. İşte o zaman camiler, hayatın içinde yer alacak, mahalleler câmileriyle buluşacak ve şehirler yeniden kalbine kavuşacaktır.

Bugün, câmiden şehre bakmak, aslında Hira’dan Mekke’ye bakan o ilk bakışı yeniden hatırlamaktır. Bu, bireyin içinde başlayan fakat bütün toplumu içine alan bir dönüşüm yolculuğudur. Câmiyi yeniden şehrin kalbine taşımak, onu ruhumuzun ve hayatımızın merkezine koymak demektir. Belki de şehirlerimizin ihtiyacı olan şey, daha yüksek binalar, daha geniş yollar, daha kalabalık caddeler değil; kalbine, yani câmiye yeniden dönmüş, oradan beslenecek bir hayat inşa etmiş insanlardır. Eğer bunu başarabilirsek, şehirler yalnızca mimarî olarak değil, ahlâken, kültürel olarak ve insanî olarak yeniden canlanacaktır.

Unutmayalım; câmi yalnızlaşırsa şehir ruhunu, şehir ruhunu kaybederse insan yönünü kaybeder.


Ve yönümüzü kaybedersek, kalplerimizi nereye taşıyabiliriz ki?

Hira’dan Mekke’ye uzanan bakışı içimizde diriltip, câmiden şehre yeniden bakabilmek duasıyla...

 

https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/camiden-sehre-bakmak-mekanin-ruhu-hiradan-mekkeye-4692235