Pazarcık depremiyle birlikte şehirlerimiz yerle bir oldu. Aslında şehir filan yoktu! Yığındı, beton yığınları! Ve yıkıldı.
Dünyanın en şiir şehirlerini inşa ettik biz Osmanlı coğrafyasında. Ama yüzyıldır, çok barbarca katlediyoruz kendi ince, narin, şiir şehirlerimizi. Osmanlı ruhu öldü bu topraklarda. Balkanlar’da yaşıyor yalnızca -o ruhtan habersiz insanlarla, ne yazık ki!
İstanbul ve şehir üzerine düşünme yolculuğuna çıkacağım. İlk olarak, tam 16 yıl önce yazığım bir yazımı paylaşıyorum sizlerle. Şehir felsefesi ve medeniyet yazıları yazacağım bir kaç hafta. O yazılara giriş olacak sarsıcı bir yazı bu.
Çünkü bizim şehirlerimizi vareden ruh, ubudiyet ruhuydu: Ubudiyet ruhu, -üstad Sezai Karakoç’tan ilhamla söylersem-, şehirlerimizin de, şehirlerimizde yaşayan insanların da, ufuklarını öteye, ötelerin ötesine ayarlamalarına imkân tanıyordu: Şehirlerimiz de, şehirlerimizde yaşayan insanlar da, hep ötelerin haberleriyle, müjdeleriyle hayatlarını anlamlı kılıyorlar ve böyle idame ettiriyorlardı.
O yüzden, Avrupa’dan Kurtuba’ya ilim tahsil etmeye gelen Avrupalılar, daha ilk gördüklerinde âşık oluyorlardı şehre.
Kayıtlarda aynen şöyle geçiyordu, Avrupalı öğrencilerin Endülüs’ün bu nadîde çiçek-şehir›leriyle ilgili ilk tepkileri: “Burası cennetmiş gerçekten, cennet!” şeklinde oluyordu.
Şehirsiz medeniyet düşünülemez. Ancak şehri düşünen, medeniyetin düşlerini gören o şehre ruhunu veren yüce gönüllü insanlarıdır; ufukları, sonsuzluğun burçlarında gezinen yürek insanları dervişleri, şâirleri, kâtipleri, erenleri, âlimleri, bilgeleri, irfan yüklü, ilim deryası edeb ve sanat erbabı…
Şehirleri şehir yapan, şehirlerden medeniyet çıkaran o şehirleri ve o şehirlerde yaşayan insanları vareden ruhtur: Şehrin insanlarının ruhu ve ufku.
Günümüzde şehir yok artık: Şehirler öldü. Çünkü insanları öldü şehrin; ruhu yani. Şehre anlam veren, ruh üfleyen, şehri vareden “ulu-çınarlar” yok artık.
İstanbul, bir medeniyetti; medeniyetimizin özü ve özeti, kaynağı ve pınarı: Medeniyetimizi yeşerten bir ulu şehri değildi yalnızca; medeniyetimizin tohumlarını, köklerini, özsuyunu, özünü ve sözünü barındıran bir ulu çınarı, başlıbaşına bir medeniyet.
Yeryüzünde başka hiçbir şehre nasip olmayan, benzersiz bir medeniyet.
İstanbul, gayr-ı müslim nüfusun da yoğun olarak yaşadığı zamanlarda, Müslüman bir şehirdi. Ama nüfusunun % 95’inden fazlası Müslüman yığınlardan oluşan İstanbul, Müslüman bir şehir değil artık.
İstanbul, bizim Endülüsümüz: Düşüşümüz, düşlerimizin suya düşüşü. Tam bir harabeyi andırıyor o yüzden: Arabeskle eurobesk’in iki koldan giriştikleri yıkıcı, yok edici, çölleştirici, ruhsuzlaştırıcı saldırılar karşısında can çekişiyor…
Ruh şehri İstanbul, ruhun şiirini besteleyen ulvî, sonsuzluk şarkısının sanatkârı İstanbul, şu an ten’e teslim; kötülüğü emreden nefsin dölyatağı tenin baştan çıkarıcı, yok edici, uyuşturucu hazlarına ve ayartılarına…
Kim demiş bizim Endülüsümüz yok diye! Sorun bakalım İstanbul’a, ne cevap verecek size…