ABD yönetimi ve kuklası BM, Türkiye'ye ve Rusya’ya “Libya’dan çıkın!” dedi! Yunanistan'la istikşafî görüşmeler başlayınca hem Almanya’dan hem ABD'den hem de BM'den “panik atak eseri” uyarılar geldi Ne bu, peki? Şu: Batılılar, yüzyıllık stratejilerini Türkiye'yi durdurmak için geliştiriyorlar. İki yüzyıllık tarihe dönüp bakın, göreceksiniz bu yakıcı gerçeği. Türkiye, bin yıldır, eksen ülkeydi; bundan sonra da öyle olacak inşallah. Tek şartla: Yörüngemizi bulabilirsek... Bunun için de geleceğimizi inşa edecek mütevazı (başka dünyalara açık, başkalarına saygılı) ve özgüveni yüksek (medeniyet fikriyle donanmış, dünyayı iyi tanıyan) önümüzü açacak öncü kuşaklar yetiştirebilirsek ve tabiî kendimizi eleştirmesini ve yenilemesini bilebilirsek...
BATI UYGARLIĞI’NIN KISACA KURULUŞ VE ÇÖKÜŞ HİKÂYESİ...
17. yüzyıldan itibaren dünya tarihinin akışını şekillendiren pagan modern Batı uygarlığı, kontrol ve kolonizasyon güdüsü tarafından güdüldü: Hem Tanrı fikrine, hakikat fikrine ve tabiata hem de başka medeniyetlere saldırıya dönüştü. Sonuçta, Tanrı'nın yerine azmanlaşan insanı, kilisenin yerine de siyaseti (politika'yı) yerleştirdi. İnsanın tanrılaşması aklın putlaştırılmasıyla sonuçlandı; siyasetin otorite, hegemonya ve meşrûiyet kaynaklarını tanımlayan bir konuma yerleştirilmesiyse, bir araç olarak siyasetin putlaştırılmasına yol açtı. Modern pagan insan, sınırlı aklına sınırsız güçler atfetmekle ve araçları (güç üreten siyaseti, bilimi, teknolojiyi vesaire) amaçların önüne geçirmekle, bir yandan hem tabiat üzerinde hem de dünya üzerinde hegemonya kuracak göz kamaştırıcı bir atılım gerçekleştirdi ama öte yandan da, bu maddî atılımı mümkün kılan dinamikler, modern Batı uygarlığının altını oyan dinamitlere dönüştü. Sınırlı akla sınırsız güçler yükleyince ve kurucu değil yol açıcı işlev görmesi gereken siyasete, dolayısıyla araçlara (ama güç üreten araçlara) taşıyamayacağı ontolojik işlevler verince, modern pagan uygarlık, bu yükün altında kaldı ve ezildi. Felsefî olarak, entelektüel olarak, kültürel olarak ve tabiî ahlâkî ve sosyolojik olarak bu azmanlaşmanın faturası çok ağır oldu.
POSTMODERN FELSEFE: ÇÖKÜŞ FELSEFESİ
Gelinen nokta yalnızca Batılılar için değil, bütün dünya için ürpertici bir ayırımıdır: Tanrı fikri yok edildi; önce Batı'da; sonra da zamanla küre ölçeğinde. Tabiat önce düşman ilan edildi; sonra da ele geçirildi ve delik deşik edildi. İnsanın varlığı tehlikeli bir sürece girdi. Humanizm'le başlayan ve insanı her şeyin merkezine yerleştiren modern pagan yolculuk, gelinen noktada adına post-humanizm denilen (insansız bir dünyanın ve dünyasız bir insan tipinin insanı tefessüh ettirdiği, ruhunu yitiren ve gürûha dönüşen yığınlar tarafından özgürlük olarak algılanan hız, haz ve ayartının kölesi hâline gelerek hayatı çölleştirdiği) bir çıkmaz sokağın eşiğine fırlattı bütün insanlığı. Nietzsche, modern pagan uygarlığı çarmıha gerdi: Modern pagan uygarlık felsefî olarak çöktü ama felsefe çökmedi; çöküş felsefesine dönüştü. Nietzsche’nin haykırışına çöküş felsefesi olarak nitelediğim postmodern filozoflar ve sosyal teorisyenler güçlü ses verdiler: Heidegger, varlığın, dolayısıyla hakikatin unutulduğunu söyledi. Weber, modernliğin, “demir kafes” ürettiğini; Foucault “hapishane”ye, Derrida bir şekilde “hayalet”e dönüştüğünü, Baudrillard simülasyondan ibaret olduğunu ve buharlaştığını söylediler. Çöküş filozofları, postmodernliği bir çıkış olarak sunmadılar. Bu çıkmaz sokaktan tek çıkış yolunun, Hâkim paradigma'nın dışına çıkmak, hâkim paradigmadan kurtulmak olduğunu itiraf ettiler. Foucault, aynen böyle söylemişti; üstadı Nietzsche'nin izinden giderek. Ne demişti Nietzsche: “Artık söyleyebileceğimiz tek yeni şey, yeni bir şey söyleyemeyeceğimiz gerçeğidir.” YENİ BİR “SÖZ”Ü KİM SÖYLECEK? Yeni bir şeyi kim söyleyecek? Çinliler, Hintliler, Japonlar mı? Elbette ki, hayır. Hayır; çünkü hepsi de kapitalistleştirildiler; uyutuldular ve yutuldular. Söylenecek tek yeni şeyi Müslümanlar söyleyebilirler. Baudrillard, bu gerçeği, Batılıların İslâm'ı terörle özdeşleştirmeleri üzerine, “insanlığın önündeki tek seçeneği yok ediyoruz” diyerek telaffuz etmişti. Batı uygarlığı, söyleyeceği şey olmadığı için, o ürpertici gücüne sarıldı: Sadece işgal ediyor, yakıp yıkıyor her yeri: Söyleyeceği bir sözünün olmamasının en önemli göstergesi, Baudrillard'ın “yeni barbarların gelişi” diye tasvir ettiği bu saldırganlığı işte. Sonunda insanlığı getirip koronavirüs hapishanesine tıktı!
DALGA-KIRMA SÜRECİNDEYİZ... DALGA-KURMA SÜRECİNE İYİ HAZIRLANMALIYIZ...
Batı uygarlığı hem kendisi felsefî olarak çöktü hem de İslâm dışındaki diğer medeniyetleri fosilleştirdi ve kapitalistleştirerek bitirdi. Ama İslâm'ı fosilleştiremediği için çıldırıyor. O yüzden yüzyıllık stratejilerini, İslâm'ın gelişini önlemek için geliştiriyor: Şunu çok iyi biliyor Batılılar: İslâm dünyasını toparlayabilecek ve ayağa kaldırabilecek hem tarihî derinliğe hem köklü medeniyet tecrübesine sahip tek ülke Türkiye. Türkiye, bu yükü taşıyabilecek durumda mı?Şu hâliyle, hayır. Ama bu yola girdi; Ak Parti, kendisini köklü bir özeleştiriye ve yenilenmeye tabi tutarsa, muhalefet partileri de, medeniyet fikri etrafında “önce Türkiye!” diyebilecek bir noktaya ulaşırsa ve önümüzdeki 10 yıllık süreçte eğitim, düşünce, sanat, kültür, şehircilik, medya ve gençlikte devrim niteliğinde adımlar atabilirsek, evet. Asıl yolculuk, o zaman başlayacak... Dalga-kurma süreci bu. Şimdilik, dalga-kırma süreciyle boğuşuyoruz... Oyunları bozmakla, püskürtmekle uğraşıyoruz... Mesafe de alıyoruz... Libya’da olmamız bunun göstergesi. Dalga-kurma süreci ondan sonra başlayacak inşallah.
Not: Yeni Şafak gazetesinden alıntıdır.