ABD’nin dünyanın parasını dökerek kurduğu orduların, kendisi fiilen aradan çekilir çekilmez çökmesini isteyen hâlâ onun gücünü ispatlayan bir örnek olarak okuyabilir. Yani birçok yerde kurulu müesseseleriyle işlemekte olan birçok rejimin varlıklarını ve hayatiyetlerini aslında ABD’nin fiili desteklerine borçlu olduklarını gösteren bir olay olarak.
Arkadaşımız Abdullah Muradoğlu dünkü yazısında hatırlattı. Önceki ABD başkanı Trump Suudi Arabistan Kralı’na bütün nobranlığıyla “ey Kral, biz olmasak bir hafta ayakta duramazsın, bizim sayemizde hüküm sürüyorsun” diye seslendiğinde kastettiği tehdidin çok da boş olmadığı Afganistan’da ispatlanmış gibi oldu. Belki bu örnekten yola çıkarak İslâm dünyasındaki bazı rejimlere ABD’ye her şeye rağmen ne kadar çok şey borçlu olduğu hatırlatılmış oluyor.
Doğrusu sanki bir yerden bu veya başka bazı hatırlatmalar yapılmış gibi ne İslâm dünyasında ne de Arap dünyasından Afganistan’da olup bitenlere dair doğru dürüst hiçbir resmî açıklama veya tutum görülmüyor. Herkeste bir bekle-gör tavrı hâkim.
Oysa Filistin meselesini saymasak, çok az konu Afganistan’da olup bitenler kadar ve her bakımdan İslâm dünyasını etkiler, etkilemiştir.
En azından son kırk yıl içinde Afganistan’da yaşanan bütün olaylar doğrudan veya dolaylı olarak İslâm dünyasında yansımasını bulmuştur. Sovyet işgali esnasında Afganistan bütün İslâm dünyasının meselesiydi. Orada yaşanan savaşa adeta İslâm dünyasının tamamı, gönüllüleriyle, resmi siyasi tavırlarıyla veya sivil toplum kuruluşlarının yardımlarıyla katıldı. Bu katılım dolayısıyla bütün İslâm dünyasının Afganistan’da sonradan yaşananlara dair bir payı (sevabı veya vebali) oldu. İşgal sonrası ve Taliban öncesi siyasi atmosferde yaşanan kabileci veya savaş lordları rekabetlerine de aynı ölçüde herkes katkıda bulundu. Sonrasında yaşananlar da Arap ve İslâm dünyasını hep ilgilendirdi.
Yani Afganistan Arap İslâm dünyasının hiçbir köşesine uzak değil. Hiçbir noktası da Afganistan etkisine uzak değil. Bugün Türkiye’de de Afganistan ilgisini ülke için lüks görenler en iyi ihtimalle sadece cahilliklerinden böyle konuşuyor. Aynı insanların günün sonunda Türkiye’de Afgan göçmenlerin ne aradığını sormaları az aklı olan herkesi çileden çıkaracak bir aymazlık. Türkiye’de Afgan göçmen veya mültecisini istemiyorsanız bile Afganistan meselesine yoğun ilgi göstermek zorundasınız. Orada en yoğun diplomatik veya askeri etkinlikler içinde olmanız gerekiyor. Kuşkusuz Türkiye’nin Afganistan ilgisi bunun da çok ötesinde kendi varlık ufkunun kaçınılmaz bir sonucu.
Afganistan meselesi aslında belki yeni bir dünyanın inşa edileceği bir süreci başlatıyor. Olayı sadece bütün “korkunç” görünümleriyle ve tabii ki algılardaki bagajıyla Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesinden ibaret görmemek lazım. Doğrusu, en az 15 yıldır yaşanmakta olan bir değişim baskısının patlak verdiği bir olay olarak okumak daha doğrudur.
15 yıldır ABD, İslâm dünyasında bu tür sosyal-siyasi mühendislik faaliyetlerinin sürdürülemez olduğunu idrak etmiş durumda. Geri dönüş ve yeni bir siyasi tarz için sadece cesur bir adım atması gerekiyordu. 15 yıldır ertelenen bu karar artık neye mal olursa olsun denilecek şekilde alınmak durumunda kalındığında, sadece Afganistan’la sınırlı kalmayacak, bütün dünyayı etkileyecek bir değişim dalgasının da önü istenmeden de olsa açılmış oldu. Bu dalganın dünyayı nereye doğru taşıyacağı sanıldığının aksine hiç de belli değil ve tamamen siyasi aktörlerin etkinliklerine göre belirlenecektir.
Peki, böyle bir değişim dalgası karşısında genel olarak İslâm dünyasının, Arap dünyasının tavrı veya hazırlığı nedir? İslâm dünyasının aslında bu tür hadiseler karşısında çok daha organize olması ve ortak bir akıl geliştirme konusunda bir hassasiyet içinde olması gerekmez mi?
Ne yazık ki, ne Arap dünyasından ne de İslâm dünyasından bu doğrultuda hiçbir çaba görülmüyor. Oysa bu tür hadiseler belki Müslüman ve Arap ülkelerinin bir araya gelme, ortak akıl veya çözümler geliştirme konusunda istidatlarını artırıcı vesileler oluşturabilir.
Bu konuda hiç kuşkusuz Türkiye ile birlikte Katar’ı, Pakistan’ı ve Kuveyt’i ayrı tutmak gerekiyor.
Katar çok erken bir aşamada Taliban’a açmış olduğu ofisle, ona on yıla yakın bir zamandır yaptığı ev sahipliğiyle diplomatik etkinliğini, siyasi derinliğini ve vizyonunu kanıtlamış oldu. Onun bu rolünü kafalardaki klişelerle Taliban hamiliğine indirgeyenlere inat, Taliban’la 14 yıldır anlaşmanın zeminini arayan ABD bile Katar’ın bu rolünü takdir ediyor. Taliban ise bugünlerde ortaya koyduğu yeni yaklaşımını bir ölçüde de Katar’daki mesaisinden sağladığı siyasi ve entelektüel vizyonla beslemiş görünüyor.
Arap dünyasında Taliban hakkındaki resmi tutumlarda bir seyircilik hâkimse de resmi veya sivil medyası Türkiye’dekinden farksız, Taliban’ı hâlâ eski görüntüleriyle şeytanlaştırmaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyor. Son 25 yıldır ABD’nin Afganistan’daki varlığını ve İslâm dünyasındaki bütün faaliyetlerini meşrulaştırmak için kullandığı bütün İslamofobik malzemeler Türkiye medyasından daha da fazla Arap medyasında tedavüle sokulmuş durumda.
Taliban-fobi ile İslamofobiyi neden birbirine karıştırdığımız sorulabilir burada. Taliban’ı savunan bir cümle kurma peşinde değiliz elbet, ancak şu anda Taliban’ı kötülemek için kullanılan sembolik üretimlerin tamamı söylemsel olarak ve kaçınılmaz biçimde İslamofobi ırmağına akıyor. İslâm’da sakal, kılık-kıyafet, burka zorunluluğu olup olmaması varsa sınırlarının ne olduğu bu saatte kimsenin aklına gelmez bile. Bu kadarı Batı basınında bile yer almıyor.
Bu arada Almanya Şansölyesi Merkel’in bile Taliban’ın değişmiş olma ihtimaline büyük bir umut bağladığı yerde, Arap dünyasının bu Taliban imgeleriyle İslamofobi ateşine odun taşımaya devam etmesi bir tek şeyi işaret ediyor gibi: Değişim dalgaları önce önyargılarını değiştirmemekte ısrar edenleri vurur.
Kaynak / Yeni Şafak Gazetesi