İslamcı aydının iktidarla imtihanının her aşamasında başarılı veya ideal olduğunu kimsenin söyleme imkânı yok elbet. Buna kendi deneyimim de dahil, ama bu aynı zamanda ideal ile gerçeklik arasındaki hiçbir zaman kapatılamayan ve hiç kapatılamayacak olan mesafeyle de alakalı bir şey.
Platonik siyasetin akıbetinin ne olduğunu bizzat Platon’un kendi Syracusse deneyimi oldukça trajik, biraz da komik bir biçimde ortaya koymuştur. İdeallerimizi idealleştirmekle başlıyor aslında büyük yanlış. Kendi zihnimizde kurduğumuz ütopik mükemmel dünyaların içine gerçekliği sıkıştırmaya çalışmanın hayal kırıklığıyla sonuçlanmamış bir tecrübesi yok tarihte. Esasen bu tarz ütopik tasavvurlar Siyonizm kadar imkânsız ve insanlığa aykırı bir istikamette seyreder. Tarihe, gerçekliğe, insanın tabiatına ters gider çünkü. İdeal diye tasavvur ettiğimiz şeyler büyük ölçüde bizim beşeri sınırlarımızla, faniliğimizle tahdit edilmiştir, gerçeklikse her zaman idealleri aşar.
Çoğu kez siyaset o uzak ideal ütopyaya ulaşabilmek için kat edilen yolun zorunluğu ve geçiciliği üzerinden etiği askıya kılarak işler. Yolun etiği ile idealize edilmiş menzilin etiği birbirinden ayrıştırılınca menzilin etiğinden günümüze hiçbir şey kalmaz. Biz ise baştan beri yolun menzilden ayrışamayacağını, gelecekte ulaşmayı düşündüğünüz ideal rejime ertelenecek bir değerin, bir etik kuralın olamayacağını söylüyoruz. Bu konuda üzerinde konuşulabilecek bir İslamcı siyasal deneyim varsa bu açıdan değerlendirilmesi gerekir.
AK Parti’nin kendisi en yetkili ağızlarından İslamcı bir parti olmadığını defaten söylemiştir. Belki İslamcıların tek başlarına iktidar olabilecekleri bir siyasal hareket olamazdı belki de Türkiye’nin şartları İslamcılığın bütün yükünü tek bir siyasal harekete yüklememek açısından bir tercih yapmıştır. Bu da AK Parti’nin nihayetinde İslamcıların da içinde bulundukları bir koalisyon partisi olarak şekillenmesini beraberinde getirmiştir.
Bu haliyle bile özgürlük, demokrasi, insan hakları, kalkınma ve bağımsızlık konusunda şimdiye kadar hiçbir siyasi harekete nasip olmamış başarılar İslamcı aydınların hiçbir komplekse kapılmadan gururla sahiplenebilecekleri atılımlar olmuştur. Siyasal iddialarla reel siyaset arasında bu kadarlık bir tutarlılığın çok azını bile ne sol siyaset ne de herhangi bir siyaset ortaya koyabilmiş değildir.
Bu açıdan bakıldığında İslamcı aydınların iktidar deneyimini birilerinin, hele entelektüellik üzerinde iktidar vehmeden sol kesimin basitçe “danışman, vekil, bürokrat oldular sağcılaştılar, iktidar yanlısı oldular” klişeleri içinde harcama arzusunun arkasında yatan duyguları görmekte, anlamakta elbette zorlanmıyorum.
Ama madem mevzu açılmış, tekrar edelim: AK Parti, 22 yıllık iktidarında, bizim de görüp çokça mustarip olduğumuz, yeri geldikçe eleştirdiğimiz birçok tutumuna, icraatına, siyasetine rağmen sola mahsup siyaset açısından hala çok daha fazla solda, çok daha demokrat ve ilerici bir yerde durmaya devam ediyor. Entelektüel iktidar üzerinde bir tekel vehmeden sol Türkiye’de hangi siyasi harekete nasıl bir danışmanlık yaptı da Türkiye’yi kaç milim ileriye götürebildi?
Keşke bugün AK Parti’yi soldan eleştirenler, gerçekten iddia ettikleri sol değerler açısından eleştirebilselerdi. Mesela mülteci politikası açısından, daha insani, daha evrensel bir çizgiye gitme konusunda baskı yapsalardı. Dünyada bütün sol hareketler mülteci dostuyken Türkiye’de neden sağcı-faşist bir çizgiye takılıp kalmış olabilirler mesela? Bu konuda herhangi bir sol entelektüelden neden sadra şifa bir ses duymuyoruz? İşte buradan diyorum: Yapacaksanız muhalefeti, AK Parti’nin mülteci politikası konusunda faşist politikaların baskılarına neredeyse boyun eğecek noktaya gelmesine itiraz ederek yapın. Veya bazı AK Parti’li yetkililerin (veya aydınların) olur olmaz yerlerde Kemalist teolojiye haddinden fazla yazılmalarına yapın bir itiraz, biz de hak verelim, sol erdem adına bir şeyler görüp takdir edelim. Bu hem solculuğunuzu konsolide etme konusunda size yarar hem de AK Parti’nin gerçekten şikayet ettiğiniz sağcılaşmasının önüne geçmiş olur, insanlığa da bir hayrınız olur.
Türkiye’de sol kendi varoluş gerekçelerini bir türlü üretemedi ki. Ya bariz destekçileri Türkiye’nin veya dünyanın finans kapitalistleri olan Gezi’ye çıktı ya FETÖ’nün peşine takıldı ya da Kürt hareketinden kendine bir mesih üretmeye kalkıştı. AK Parti karşıtlığı o kadar gözünü bürüyünce ne günümüze dair iddia edilen bir değer ortaya koyabildi ne de iddia ettiği herhangi bir siyasal hedefi kaldı.
Ruşen Çakır’ın Esat Arslan’ın AK Parti’yi veya İslamcı aydınları sola veya liberallere borçlu çıkaran söylemlerinin üstüne atlaması bu açıdan bakıldığında çok müflis tüccar şevki gibi gelmez mi? “28 Şubat veya sonrasında İslamcıların solculardan değer devşirmemiş olsaydı, RP’nin şeriata dayanan dışlayıcı ve ötekileştirici siyasetinde hapsolacağı” ifadesi son derece şuursuz ifadeler. Bununla yetinmiyor Aslan “Bir nevi solcular ve liberaller adam etti AK Parti’yi” demez mi?
Nasıl bir hafıza, nasıl bir yanlış okuma, nasıl bir kendini ve ötekini bilmezlik bu? Bir zaman ve şimdi bile İslamcılar ülkenin kendini bilen herhangi bir kesimiyle en medeni ölçülerde iletişim ve diyalog içinde olmaktan hiçbir zaman geri durmadılar. Bu iletişim ve diyaloglar zaman zaman siyasi ittifaklar veya pozisyon arayışları da ortaya çıkarabilir, belli konularda ayrışmaları da. Şimdi bu diyaloglar, her birinin kendi durumunu gözeterek katıldığı ortamlar Müslümanları sola nasıl borçlu kılmış olabiliyor? Bu nasıl bir akıl, nasıl bir hesap?
Hani derler ya, selam verdik borçlu çıktık.
Her türlü diyalogun bir faydası olur elbet. Hele her türlü siyasal ittifakın veya tartışmanın mutlaka kattığı bir şey olur, elbette götürdüğü şeyler de olabilir. Ama bu toprakların bin yıllık köklü siyasi geleneği İslamcılığa siyasetin, demokrasinin ve birçok şeyin alfabesini soldan “ödünç” almış muamelesi yapmak, sonra kapısına bir alacaklı gibi dayanmak da ne oluyor?
Ayrıca, hepsinden daha önemlisi İslamcıların solcularla veya başkalarıyla kurdukları bütün iletişimlerde onlardan bir şeyler dinlemek kadar onlara bir şeyler anlatmak gibi bir dertleri de oldu hep. Bu yaklaşımın altını son zamanlarda ben “dostluk siyaseti” olarak çizmeye çalışıyorum. “İslam ve Solun Soykütüğü” aslında bir dostluk siyaseti olarak solu İslam’a davet de içeriyor ve kitabın yazıldığı tarih, “Solun Gezi Hali” ve “Kürt meselesi” ile ilgili kısımlar hariç, daha AK Parti kurulmadan önceki yıllara kadar gider.
...Ve dünyanın asıl hikayesinin sınıflar arasında veya Hegel’in sağcı ve solcu oğulları arasında değil, İbrahim’in oğulları (İshak ve İsmail’in torunları) arasında cereyan ettiğini anlatır. Solun yaşayan en büyük filozofu Habermas’ı ve diğerlerini bugün soykırımcılarla aynı safa yerleştiren de bu kavgadaki saiklerden başkası değildir. Biraz da buradan bakalım.
Kime selam vermiş de borçlu çıkmışız? | Yasin Aktay (yenisafak.com)