Hayat yolculuğumuzda sevinçlerle hüzünler, tebessümlerle gözyaşları hep iç içedir. Hüzünlü umutları besteleriz zaman zaman. Korku ile ümidi, ifrat ile tefridi, hayal ile gerçeği, varlık ile yokluğu bünyemizde taşırız hep. Bu bazen “sınav”a dönüşür. Bazen âlim tarafımız, bazen ârif tarafımız, bazen de cahil tarafımız galebe çalar bu “imtihan dünyası”nda… Kendi kendimize sorarız bir sürü soruyu cevabını veremediğimiz. Sınav korkusu taşıyan öğrenciler gibi de kaçarız çoğu zaman sorulardan da sınavlardan da. “Hani” diyerek hırpalarız kendimizi ara sıra. Hani “dünyada yolcu” gibi olacaktık. Hani “Dünya ahretin tarlası” idi. Hani “iki zayıfın (yetim ve kadın) hakkından Allah’a sığın”acaktık. Hani “hepimiz çobandık, maiyetimizdekilerden sorumlu” idik. Hani dünyayı ahiretin emrine verecektik. Hani su geminin dışında kalacaktı, içine girerse “hayat gemimiz” batardı. Hani ahde vefa gösterecektik. Hani insanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükredemezdi. Hani ölçülü ve dengeli olacaktık. Bir sürü hani… Sonrası yalnız bırakıldığı için küskünleşen kadınlar veya erkekler, çocuklar, akrabalar, konu komşular… Analı-babalı olduğu halde yetim ve öksüz misali bilgisayara, internete, televizyona teslim edilerek yalnızlaştırılan yavru kuşlar…
Bütün yoğun işlerimiz, sosyal ve kültürel faaliyetlerimiz, kazandığımız ticaretler, ithalat ve ihracat bağlantıları, bitmeyen toplantılarımız ve meşguliyetlerimiz. Bütün bunların hepsi kaybettiklerimizi geri getirebilir mi? Tabii daha neleri kaybettiklerinizin farkında değiliz! “Muhasebe” yapmanın lüzumu unutuldu. Nerede “ölmeden önce ölme!” Nerede “nefsini hesaba çekme!” Nerede, emanete dikkat ve hassasiyet! Nerede ibret alıp kendimize çekidüzen verme! Nerede seher vakti. Nerede “önce namaz” hassasiyeti. Nerede “varlıkta ve darlıkta infak!” Nerede “sade hayat imandandır” düşüncesi. Nerede yetimin-öksüzün-dulun hakkı-hukuku. Sahi sen neredesin? İstediğin yerde mi, istenilen yerde mi? Değerimiz mi var, fiyatımız mı? Mukaddesimiz mi var, “put”larımız mı?
Hayatımız irademizle yaptığımız tercihlerden ibaret değil mi? İbret alınacak şey ne kadar çok, ibret alan ise ne kadar az. Hepimizin bir görevi de “hayra çağırma, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma” değil mi? İnsanî değerleri hatırlayıp, azalan insanlığımızı çoğaltmak, insan kalitemizi yükseltmekle mükellef tutulmadık mı? İnsan mayasındaki faziletleri ortaya çıkarma sorumluluğumuz yok mu? Bilgili olmanın yanında “erdemli insan” olmayı da tercih edemez miyiz? Edersek ne olur? Zararı ve kârı bir de böyle düşünsek!
Ailelerimiz, ışıyan bir yuva olacak, sevgi ocağı olacak, herkese ışık ve sevgi neşreden zenginliklerle dolacak. Cennetten bir şube misali. Yalnızlık barınacak yer bulamayacak. Herkes, mesafeler ne olursa olsun, sevdiğini dostunun yanında hissedecek. Tam kardeşçe yaşayacağız. İnsanlığımız artacak, güçlenecek, yükselecek. Çünkü biz onun için yaratıldık.
Müslümanlar birbirleriyle olan sosyal, ekonomik, siyasal ilişkilerini kardeşlik ve dostluk temelinde yürütürler. İslâm; toplumsal ilişkilerde emanetlerin korunmasına, doğru sözlü olmaya, davranış güzelliklerine, günlük hayatın içerisinde her tür lüks ve israftan kaçınmaya ve sadeliğe özellikle önem verir.
Hangi seviyede olursa olsun her Müslüman yaptıklarından sorumludur. Hepimiz kendi amellerimizden sorumluyuz. Kişilik sahibi şahsiyetli Müslüman, başkalarını taklit ihtiyacı duymaz. Ehliyet ve liyakat sahipleriyle istişare eder, danışır, bilgi alır, müzakere eder, ancak sonunda hangi konuda olursa olsun kendi özgür irademizle karar veririz. “Mutlak itaat” sadece Allah ve Resulüne yapılır. Müslüman cemaatler ’kutsallaştırılmış liderler’ aracılığıyla olağanüstülüklerle, kerametlerle meşgul ediliyor. Bu durum İslâm Şeriatının koyduğu temel ölçülere tamamen aykırıdır.
Peygamber Efendimiz; insanların, toplumların ilgisini çekmek için hiçbir zaman olağan üstülüklere, gaybî/bâtınî olaylara baş vurmadı. Halka gaybı bilmediğini açıkladı. Vahyin gösterdiği yollar dışında herhangi bir yola baş vurmadı. Rabbimizin gönderdiği ayetleri hayata taşıdı, uyguladı uygulattı. Yaşadığı ve yaşattığı hayat tarzı Kur’an-ı Kerim’e dayanan o ölçülere göre hareket eden bir Peygamberdi.
Müslümanların manevi, ahlaki, ruhi yükselişi, yaşadığımız hayatın ve dünyanın dışına çıkmak suretiyle değil, İslâm için sürekli çaba harcamak suretiyle mümkün olur. Gaybın bilgisi şanı yüce Rabbimiz katındadır.
Müslüman olarak yaşamak ve Müslüman olarak ölmek; adalet ve iyilikseverlikle, Allah yolunda infakla, emanetleri ehline vermekle, erdem ve ahlakı savunmakla, Allah’tan korkmakla, iffet ve hâyâyı savunmakla, doğruluktan ayrılmamakla, cömertlik ve merhametle, her alanda İslâmi ölçülere uymak o ölçüleri korumakla mümkün olacaktır. Bulunduğunuz yer, sevdiğiniz beraber olduğunuz insanlar, yaptığınız tercihler de Müslüman olarak ölmede âkıbetinizi belirleyecektir.
Müslüman olarak yaşamak ve Müslüman olarak ölmek - Yeni Akit