Son zamanlarda dinî kimliği öne çıkan insanların bazı halleri, bunu malzeme yapmaya alışmış “mal bulmuş mağribi” gibi hareket edenleri çok sevindirmiş, dindarları ise son derece üzmüştür. Bu ve benzeri olayları farklı cephelerden değerlendirip “nefs muhasebesi” yapmamız icap eder. “Şüyuu vukuundan beter” durumlar, genelde ahlaki zafiyetlerden kaynaklanıyor. Hatta bazen meşru olan bir husus dahi sorgulanır, yargılanır hale gelebiliyor. Hemen ‘zaten malzeme arıyorlar’a sığınamayız. Burada sorulması gereken soru; hata mı yapıyoruz, hatalarımızdan, yanlışlarımızdan dolayı malzeme mi veriyoruz, malzeme mi arıyorlar? Örnek aldığımız Peygamberimizin hayatı, onun izinden gidenlerin yaşayışı, yapılan fedakârlıkları, verilen maddi-manevi imtihanları, hizmetleri, Dâvâları için nelere katlanıp nelerden vazgeçtikleri vs. Bütün bunlar mevıza kitaplarında veya zihnimizin bir köşesinde mi kalacak? Din vahye dayanan zaman ve mekân üstü bir hayat nizamı olduğuna göre her hal ve şartta ona uyup kendimize bir çeki-düzen vermemiz icap etmez mi? Dindarlar sadece çok evlilikleriyle, yaşadıkları lüks hayatlarıyla, kısa zamanda ve genç yaşta elde ettikleri servetleriyle, çocuklarının muhafazakâr aile yapılarına uymayan hal ve hareketleriyle mi hatırlanacaklar? Karşı tarafın peşin hükmü, bazı şeyleri büyütmesi vs. olabilirse de hırsızın hiç mi kabahati yok! Yaptıklarına âlet ettikleri mukaddes değerlere bir baksınlar. Meselâ borç içinde vefat eden Resulullah’ı düşünüp yaşadığımız konforlu, lüks ve israf içindeki hayatımızdan vazgeçemez miyiz? “Sade hayat imandandır” düşüncesini uygulayamaz mıyız? Yaşayışıyla güzel örnek olma kaidesinin müessiriyetini gayet iyi bilen Peygamber Efendimiz; kendisi hayatıyla örnek teşkil ettiği gibi, İslam’a davet ettiği insanların İslami yaşayışı görerek fikir ve kanaatlerini ona göre tayin ve tespit etmelerine imkânla vesileler hazırlıyordu. Bedr Gazvesi’ndeki esirlerin topluca bir yerde mahpus tutulmaları yerine birer birer ashab-ı kirama dağıtılarak misafir edilmeleri, başka bir takım fayda mülahazaları yanında büyük ölçüde, ‘esirler sahabenin İslami yaşayışına vakıf olsunlar’ diye olsa gerektir. İç dünyamıza dönüp soralım. Bize, bizim yaşayışımıza bakarak kaç insan İslam’la şereflenmiş. Şeffaf bir şekilde yaşayışımızı gösterip, “bizim yaşayışımıza vâkıf olurlarsa bu insanlar etkilenir” diyebileceğimiz, defosuz, illetsiz bir hayat tarzımız var mı? İslam düşmanı Benu Hanife reisi Sümame’nin Müslüman olmasına, Hz. Peygamber’in hüsn-ü muamelesi, karşılıksız affı yanında Mecit’te bir direğe bağlı kaldığı müddet zarfında İslami yaşayışı, sahabeler arasındaki kardeşlik duygusunu, fakir-fukara ile alakalarını, misafire ikramlarını hâsılı ‘ahlak-ı Muhammediyye’ye bağlılıklarını görerek iman etmedi mi? Taif heyeti geldiği zaman, Müslümanların Kur’an okuyuşları, namaz kılışları huşü ve hudu içinde ibadetleri ve İslam’ı yaşayışları kalplerini rikkate getirsin diye Peygamberimizin onları Mescid’in hemen yanında misafir ettiğini biliyoruz. Bazı heyet mensuplarının, ashabın evlerine dağıtılarak misafir edilmelerinde, “halin konuşması” Müslümanların gerek aile hayatlarında gerekse yaşayışlarındaki güzellikler, etrafında bulunanları etkileyen “hayat tarzları” çoğunu dalaletten hidayete dönüştürmüştür. Misafir kaldığı evin avlusunda hasır üstünde kıldığı namazdan dolayı muaheze edilip içeri sokulan Hz. Ebubekir’in namazını düşünelim. Acaba hangi camideki halimiz, hangi mescitteki davranışımız yahut ibadetimiz etkili oldu? Hangi Kur’an okuyuşumuz, hangi namazımız, hangi infakımız, hangi alakamız insanlara tesir etti. Peygamberimizin anlattığı, mağarada kalan çıkış yolu kapanan üç zatın hali gibi. Çıkışı imkânsız görünen bu insanlar ne yapacaklarını düşündüler. Sonunda birinin aklına bir fikir geldi: “Arkadaşlar! Herkes hayatında halisane yaptığı bir iyiliği (Sırf Allah için yaptığı bir ameli) anlatsın ve o iyilik hürmetine Allah’a bizi kurtarması için dua etsin.” Bizde şu soruyu soralım. Benzer bir durumda karşılaşsak Allah’ın yardımını celbedecek hangi amelimizi vesile kılarak dua edebiliriz? Var mı böyle bir amelimiz?
Hayatımız yaşadıklarımızdır; dilimizdeki iddialar, hatıralar, alakalar, mensubiyetler, yaşanmıyor ise; hayatımızı etkileyip yönlendiremiyor ise, kendi kendimizi kandırıyoruz demektir. Seviyor-sayıyor göründüklerimizi değil, derece-derece bağlılık arz ettiklerimizi değil, değer ölçülerini ve hükümlerini hiç değil. Sâdece kendimizi kandırıyoruz, avutuyoruz.
İmanımız, Dâvâ şuurumuz, meselelere bakışımız pratiğe yansımıyor. Sosyal hayatımızda kendini göstermiyor. Bildiklerimiz, okuduklarımız, dinlediklerimiz, anlattıklarımız nakilden ibaret kalıyor. Peygamber Efendimizden bahsediyoruz, Allah dostlarının hayatından, mevıza kitaplarından menkibeler anlatıyoruz, ancak yeteri kadar etkimiz yok! Ağırlığımız yok! Gidişat bizi sürüklüyor. Özne değil; nesneyiz. Âyette zikredilen “Üsve-i Hasene” olamıyoruz. Sünneti çağa taşıyamıyoruz. Zaman ve mekân üstü bir hayat nizamını dar kalıplar içine sokmaya çalışıyoruz. Okyanusta bile bir katre olmayan halimizi okyanus zannediyoruz. Boğulmakta olan insanları yüzme bilmediği halde kurtarmaya çalışanlar gibiyiz. Eteği tutuşan itfaiyecinin yangını söndürmeye gidişi gibi.
Bugünkü fikri akametin sebebi samimiyetsizliktir. Akıl, istikamet dengesinden kopmuşsa, mazeret üretmeye yarar, taklit şaklabanlıkları yapar, pratik ve teknik oyunlar oynar, kurnazlık komedileri sergiler; her şeyi becerir, tefekkür edemez, nefs muhasebesi yapamaz, mekaniklikten kurtulamaz. Düşünmekten, iç dünyasına dönmekten kaçar. Nefsin emrindeki iradenin haddi-hududu da yoktur. Bunun içindir ki bir şeyi tuzlarsınız “kokmasın” diye. Ya tuz kokarsa!...