Senelerce büyük bir boşluğu dolduran, devletin ulaştıramadığı hizmetleri menfaatsiz yerine getiren, kendi mukaddes değerlerine bağlı hareket eden, cemaatler; devletin, milletin, ümmetin yükünü taşıyorlardı. Değişen olaylar, şartlar, değişmemesi gereken değerleri kaybettirince cemaatler tanınmaz hâle geldi/getirildi. Cemaatlerin devletle ve toplumla ilişkisini gözden geçirmesi ve üstüne düşeni yapması gerekirken, gereksiz tartışmalarla gündemi meşgul edip, manzarayı daha da sevimsiz hale getirmiş şer güçlere malzeme vermişler, hatalarından da dönmemişlerdir. Öte yandan; devletin de yapılan hataları yapanlar yüzünden maskeli/bukalemun din düşmanlarının tesirinde kalmışlardır.
Temelinde samimiyet, kardeşlik, vefakârlık, fedakârlık, cefâkârlık olan cemaatlerin amaçlarının dışına çıkmaları, İslâm’a, Müslümanlara güveni kaybettirmiştir. Özünden, kaynağından İslâm öğrenilmediği için de şahsi hatalar dine mal edilmiştir. Tarikatların amacı İslam’ı ‘irfan, takva, ihsan ve ihlas’ boyutlarıyla yaşamak isteyenlere belli usuller dahilinde eğitim vermektir. Şüphelerden kaçınan, İslâm ile insanı buluşturan takvaca hareket eden Müminlerdir. Cemaat kavramı dini bir kavramdır ve onu şekillendiren Kur’an-ı Kerim ve onun isabetli bir yorumu olan Sünnet’tir. Cemaat, bir araya gelme, parçalanmama, tefrikaya düşmeme demektir. Cemaat, genellikle şu manada kullanılır: İtikadi anlamda, Peygamberimiz ve onun ashabı gibi inananlar. Yâni Ehlisünnet velcemaat. Masum ve mahfuz olan yanılmayan tek önder, Peygamberimizdir.
Cemaatler özü itibariyle sahih İslâm’ın öğretilmesi ve yaşanmasında önemli bir fonksiyon icra etmektedirler. Problem cemaatlerin varlığı değildir. Problem bugün cemaatlerde görülen “dünyevileşme hastalığı” ve hastalığın yaşantılarındaki sade hayattan uzak, rehavet ve konfor içindeki hayat tarzları. Bindikleri vasıtalardan, ferdi, ailevi, sosyal hayatlarındaki lüks ve israf içinde dikkat çeken yaşayışları.
Cemaat hâlinde olan Müslümanların rahmete ereceklerine dair naslar vardır. Cemaat, bu manada İslam’ın yaşanabilir hâli yahut İslam’ın yaşanabilir olmak için koyduğu şart gibidir. Hâlihazırda cemaat kelimesinin, camide namaz vakitlerinden birinde toplanan ve imamın arkasında bir vakit namaz eda edenler için kullanılıyor olması tam manasıyla kelimenin imha edilmesidir. Böyle bir anlayışın sonucu olarak da İslam, camilere hapsedilmiş, sosyal hayata hâkimiyetini kaybetmiştir. İslam’ın, fertlerden ve Müslüman kitleden beklediği; hedeflerin gerçekleşmesi, Müslümanların cemaat şuuruna sahip olması, cemaati benimseyerek yaşamalarına bağlıdır. Cemaat olmayı ve cemaat olarak yaşamayı benimsiyor olmamız, evine kapanmış Müslüman kimliğinden kıtalara açılmış Müslüman kimliğine geçmemizi sağlayacaktır. Şüphesiz cemaat anlayışı, o kavramın içini doldurması gereken muhtevası ile mümkün olacaktır. Cemaatler özü itibariyle sahih İslam’ın öğretilmesi ve yaşanmasında önemli bir fonksiyon icra etmektedirler. Problem cemaatlerin varlığı değildir. Problem bugün birçok cemaatte var olan bazı itikadi ve ameli sapmalardan kaynaklanmaktadır.
Müslümanların büyük bir bölümünün ‘cemaat’ telakkisinden ne anladığını sorgulaması gerekiyor. Cemaatleşmeyi nafilelerden bir nafile görenler olduğu gibi, ‘kendi cemaati’ni İslam’la özdeş görenler de olabiliyor. İfrat/tefrit salıncağında sallan dur! Kafa yormak, incelemek, ‘edille-i şeriyye’ye vurmak, Sahabeyi ikramın izini sürmek, neticede Allah ve Resulünü her hususta hakem tayin etmek. Hasetlikten, fesatlıktan, dedikodu ve gıybetten uzak durmak, kul hakkına riayet etmek, İslam kardeşliğini zedelememek, doğrunun/iyinin/güzelin/mazlumun/hak ve hakikatin yanında olup yanlışın/kötünün/çirkinin/ bâtılın/zulmün karşısında olmak. Böyle olunması gerekirken mevcut cemaat yapıları; Kapalı sistemde kalarak kabuğuna çekilen, etliye sütlüye karışmayan, Ümmetin ve Milletin derdini dert edinmeyen, cemiyetten kopuk, kendi yaptıklarını ölçü kabul eden bir yapıdır. Bu kişilerin, iyilikte beraber olmayı, hayra çağıran bir grubun bulunmasını emreden âyetler hakkında söyleyebilecekleri hiçbir söz yoktur. Bugünkü İslâmî cemaat yapıları; ‘kutsal cemaat’ içgüdüsüyle başkalarını yok saymayı, küçümsemeyi, ötekileştirmeyi yerleştiriyor. ‘Biz olmasaydık…olmazdı’ gibi konuşmalarla ‘kendisini/cemaatini âlemlere rahmet sanma’ yanlışı tezahür ediyor. Seçilmişlik, farklılık, ayrıcalıklık, vb. iddialar şeytânî bir iddialardır.
Cemaat mensupları; öğrendikleri/öğretildikleri bilgiyi hakikat adına tek doğru görürse, başkalarını reddetme durumuna düşer. Böyle olunca da tarikat ya da cemaat liderleri kendi büyüklüğünü kabullendirmek için aslında kendilerinde bulunmayan maneviyat ve kutsallıklara, keramet ve menkıbelere de sığınabilirler. Tek hakikat olarak kendi liderlerinden öğrendiklerini bilen kapalı cemaat mensupları bireysel kabiliyetlerini geliştiremezler. Günümüzdeki tarikatlar ya da cemaatler İslam’ın cemaat olma ve birleştirme özelliğini sağlamıyorlar, aksine bölüyor, dışlıyor ve ötekileştiriyorlar. Böyle bir görme bozukluğu olduğunda her bir cemaatin teoride olmasa da pratikte Kuranı Kerim’in önüne geçirdiği kendi kitapları, düşünceleri, ‘mutlak itaat’ anlayışları oluyor. Kur’an-ı Kerim’i Allah’ın kitabı olarak kabul ettiklerini söylemelerine rağmen, ondaki bilgileri ancak bu kendi koydukları ölçülerle hareket ettiklerinden bu süzgeç ile ve onun onayladığı kadarıyla alıyorlar. Böylece asıl olan Kur’an-ı Kerim değil, kendi kitapları olmuş oluyor. Hadisi şerifler dahi kendi kalburlarıyla elenerek alınıyor. Bazen sahih hadisler bile hesaba katılmazken, aslı olmayan sözler kendi düşüncelerini okşadığı için belirleyici hükümler haline gelebiliyor.
Her bir cemaat Kur’an-ı Kerim’in mealini, ilmihal ve benzeri kitapları bile kendi cemaatlerinden olmayan yazarlardan okumuyor. Keza kendi kalburuyla İslam oluşturan her bir grup kendini yegâne Ehlisünnet olarak görür ve göstermeye çalışır. İslam’ı bir tek âlimin anladıkları olarak görmek, bir âlime Peygamber vekilliği verme anlamına da gelebilir. Oysa peygamberin varisi bir âlim değil, âlimlerdir. Her birine mirastan farklı bir pay düşmüş olabilir. Biri onun daha çok cömertliğini, diğeri cesaretini, bir başkası zühdünü temsil edebilir. Ama hiçbirisi bütünüyle peygamberin tek temsilcisi olamaz. İslam’ı bir tek âlimle tanıyan diğer mirasları reddetmiş ya da onlardan mahrum kalmış olur. Tek âlimle oluşan gruplar onun İslam’ını yegâne İslam olarak göreceği için başka fikirlerin de bulunabileceğini kabul edemezler. Artık diğerlerini sapık sayar, hatta tekfir ederler. Ve en önemlisi, böyle gruplar kendi bilgi kaynaklarını kendileri belirler ve en mühim bilgi kaynağı olarak en başa kendi üstadının söylediklerini koyarlar. Bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek, farkında olarak veya olmayarak; ayet ve hadis geriye düşer, gölgede kalır. Her cemaatin büyüğünün (liderinin, başta bulunanın) sözü öne çıkar. Cemaat mensupları dini konuşmalarında ayet ve hadis ile başlamaları gerekirken ‘büyüğümüz/hocamız/üstadımız buyuruyorlar ki…’ ile başlarlar. Sevgide, saygıda öncelikli olarak şu sıralama bozulamaz. Ayet-Hadis-Sahabe sıralamasından sonra cemaatinin büyüklerini, sende hakkı olan hocalarını, cemaatini sevebilirsin. ‘Biz ehli sünnet çizgisinde sahih İslâm’ı öğretiyoruz’ diyen cemaatler, kendi yaptıklarını, Allah ve Resul’ünün ölçülerine arz etmelidirler.
Mezhepler, meşrepler, kişisel görüşler, birilerinin yazdıkları kitaplar asla ümmetin ortak paydası olamaz. Falancanın yazdıklarında ve anlattıklarında birleşelim derseniz kendi fırkanıza çağırmış olursunuz. Hem Kur’an-ı Kerim’den hem de Sünnet’ten uzaklaşıp yerine kendi düşüncelerini koyanlar, ‘şüphe tohumları’nı ektiler. Cemaate göre din değil, Dine göre cemaate dikkat edilmelidir. Cemaatleri oluşturan cemaatçilerin yerini Müslüman şahsiyetler, kör taassubun yerini şuurlu itaat, yetersiz ve liyakatsiz önderciklerin yerini Peygamberimizi temsil edebilecek teslimiyet ve temsiliyet vasfına hâiz imamlar aldığı zaman istikâmet üzere giden cemaatler teşekkül eder.