Tanımadığınızı sevemezsiniz. Peygamberimizi belli gün ve gecelerde ‘anma’ yerine anlayalım. Hayat çizgimiz, Peygamber Efendimizin istikameti olsun. Yaşayışı yaşamımız, sevinci sevincimiz, üzüntüsü üzüntümüz olsun. İnsanlara takdim ettiği adaleti adaletimiz, mutluluğu mutluluğumuz, yerleştirdiği “Allah’a kulluk şuuru” kulluk şuurumuz olsun. Rehberimiz, önderimiz olan Peygamberimizin izini sürelim. Sünneti ve hadis-i şerifleri hayat tarzımızı inşa etsin.
Bir “nefs muhasebesi” yaparak kimseyi değil, kimsenin imanını değil, kendimizi yargılayalım. Peygamberimiz ne verdiyse onu alan, neyi yasakladıysa ondan kaçınmanın adımlarını atıp, Din’in “samimiyet” olduğunun idraki içinde olalım. Peygamberimize ulaşmayı kolaylaştıralım zorlaştırmayalım. Müjdeleyelim nefret ettirmeyelim. İnsanların bize bakıp İslâm’la ilgili kararlar verdiğini unutmayalım. Resulullah etrafında halkalanan insanlar gibi kenetlenelim birbirimizle. Mahşerde, Allah huzurunda dizilecek ve bütünüyle şefkat, merhamet ve rahmet dolu bir yüreği yansıtacak insanlar olalım.
Bugün bizler böylesi şefkatli bir ele o kadar muhtacız ki! Günah ve isyan kirlerinden arınmaya o kadar ihtiyacımız var ki. Öyle bir hayat ki, hikmet dolu tek bir sözü ümitsizliğe çözüm. Her bir davranışı anlaşmazlıklara hakem. Öyle bir hayat ki, üzerinde tek leke bulunmayan, erdemin nakışlarıyla süslü bir güzellik örgüsü. Öyle bir hayat ki, sesi ve neşesi hâlâ asırlar öncesinden günümüze geliyor. Samimi, saf, temiz. Bir insan kalbinin incitilmesine, bir ağaç dalının kırılmasına razı olmayan bir yüce kalp. Bütün parlaklığı, güzelliği, aydınlığıyla Allah Resul’ünün kalbi. Hâlâ ışık tutuyor bugün de insanlığın yoluna. Bütün zamanları kucaklayan, sınırları, iklimleri aşarak insanlığı kurtuluşa, kardeşliğe çağıran, yeni, yepyeni, taptaze, hayat ve gerçek dolu ses hâlâ O’nun sesi. Hâlâ tek ışık, tek ümit, tek özlem O! Kuraklıktan çatlayan topraklar yağmura nasıl hasretse, inleyen hastalar sabahı nasıl beklerse, bugün de bir kaynağı içecek kadar susamış sevgisiz ve yalnız kalmış kalpler O’nu öyle arıyor! Kimseyi mahcup etmeyen, incinmeyen, incitmeyen, kırmayan, O’ydu. İnsanların sevinciyle sevinen, O’ydu! O’ydu herkesin ıstırabıyla yanan. Gerçek olan ne varsa, saygı uyandıracak ne varsa, saf olan ne varsa, iyi, sevimli ne varsa, O’nun hayatını doldurmuştu. En karanlık geceler O’nunla aydınlandı. “İnsanların Müslüman olmaları için neredeyse kendini helâk edeceksin” diye hitap edilen bir Peygamber’in izinde olalım. İnsanların önüne, onları İslâm’a götürecek cennet bahçeleri açalım. Peygamberimiz ne verdiyse onu alan, neyi yasakladıysa ondan kaçınmanın adımlarını atıp, Din’in “samimiyet” olduğunu toplumda gösterelim. Peygamberimize ulaşmayı kolaylaştıralım zorlaştırmayalım. İnsanların bize bakıp İslâm’la ilgili kararlar verdiğini hatırımızda tuttuk mu? Bir zorlukla karşılaşıldığında, Huneyn’de Resulullah etrafında siper olanlar gibi mi hissettik kendimizi, yoksa darmadağın olanlar gibi mi? Belâlar dalga dalga üzerimize geldiğinde, inancımız mı arttı ümitsizliğimiz mi? Birbirimizi sevmenin iman kadar değerli olduğunu söyleyen oldu mu bize? Allah’ın “kardeş” olarak nitelemesini ne kadar önemsedik? Kardeş olmanın bedelinin ne olduğuna ne kadar kafa yorduk? Kim için yola çıkmıştık, hedeflerimizde Allah rızası mı vardı, dünyevi tutkular mı? Peygamberimize gelen koca sahabe “Ya Resulullah kalbim katılaştı, üzülemiyorum, ağlayamıyorum” deyince Resulullah, “Yetimin sofrasına otur, muhtaçlarla hemhâl ol. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gider. Kalbinde yumuşama göreceksin” diyordu. Peki, bize ne oldu? Kalbimizde merhamet, şefkat, acıma, üzülme/sevinme var mı? Yoksa gaflet örtüleri mi örttü üzerimizi.
Peygamberimiz, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz” diyor, insanı iliklerine kadar sarsan bir şey daha söylüyordu: “Birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş sayılmazsınız!” Bu, imanı yetiştiren toprağın sevgi olduğunun ifadesiydi. “Mümin, seven ve sevilen, dost olan ve dostluk kurulandır. Sevmeyen ve sevilmeyende, dost olmayan ve dostluk kurulmayanda hayır yoktur!” diyordu. Sadece demekle kalmıyor, bu sözün nasıl hayata dönüştürüleceğinin en güzel örneklerini de veriyordu. Yürekler ezilmiş, zihinler paramparça olmuş. İnsanî yönler kaybolup insanlık çöle dönmüş adeta… Silkinmemizin, iç muhasebe yapmamızın “zor zaman”ı aşmamızın, fıtratımıza uygun yolun adımlarını atmamızın zamanı gelmedi mi? Kur’an ahlakı ve onun konuşanı, yürüyeni, hareket edeni olan Peygamber Efendimizi önce tanımak, anlayarak yaşayıp sonra da asrın idrakine söyletmek aslî vazifemiz olmalı. Gitgide ilkesizleşen, gücün ve güçlünün zorbalıkla sözünü dinlettiği böyle bir dünyada güvensizliğin yayıldığı bu “cinnet toplumu”nun karanlıklarını ancak bir peygamberi solukla, vahyin inşa ettiği insanla aydınlığa çıkarıp, “cennet toplumu”na dönüştürebiliriz.
Peygamber Efendimizin hayatının örnekliği, hayat tarzımızı etkilemeli, bu vesile ile çekidüzen vermeliyiz yaşantımıza. Çünkü münakaşayı sevmeyen bir Peygamberimiz var bizim. İmtiyazlı (ayrıcalıklı) olmayı kabul etmeyen, suizana sebebiyet vermeyen, savaş ahlakını öğreten, vefalı bir Peygamberimiz var bizim. Esirlere dokunmayan, içki içene bile ‘lanet etmeyin!’ diyen bir Peygamber. Kendisine yapılan her türlü işkence ve zulme tahammül gösteren, ancak; haramların işlenmesine, bir hakkın gasp edilmesine, insanların İslam’dan uzaklaştırılmasına, aile mahremiyetinin ihlal edilmesine, her türlü haksızlığa ve zulme asla ve kat’a müsamaha ve hoşgörü göstermeyen bir Peygamberimiz var bizim. Aşırı övgüden rahatsız olan, hayatı ‘hayır istikametli’ bir Peygamber… Ashabıyla görüşüp istişare eden, onların fikirlerine değer verip alınan kararlara uyan bir Peygamber…
Yanında yapılan bir hata karşısında genç bir kızın utandığı gibi yüzü kızaran hâyâ sahibi bir Peygamber… Kimsenin yüzüne yanlışını vurmayan, onu mahcup etmeyen bir Peygamber… İnsanları tebessümle karşılayan, ‘sevgi, barış ve güven’ kaynağı olan ‘selamı yayın!’ diyen bir Peygamberimiz var. Öyle bir Peygamber ki; bir bakmışsınız açlıktan karnına taş bağlamış, bir bakmışsınız ki parmaklarından akan su ile bir ordunun susuzluğunu giderivermiş. Ama hep vakur, hep ölçülü, hep kendinden emin, Hep müşfik, hep dengeli, hep mütevazı… Emin ve güvenilir bir dost, bir baba, bir amca, bir dede, bir devlet başkanı, bir ordu komutanı ve bir insan. ‘İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır’ diyen, Âmine validemizin şefkatli/merhametli kucağından, ‘Alemlerin Rabbi Yüce Allah Teala’nın Cennet Bahçesi Ravzayı Mutahhara’ya uzanan çileli dünya yolculuğunun her anını, ‘cahil ve zalimler’le mücadeleye ve insanlığın irşadına adamış, ömrünü ‘insanın İslam’la buluşması’ ve bu buluşmaya mani olan engelleri kaldırmaya vakfetmiş, başlarımızın tacı, gönüllerimizin sultanı Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesellem.