YAŞAR DEĞİRMENCİ - MADDE-MÂNÂ, DÜNYA-ÂHİRET DENGESİNE MUHTACIZ! - 18 Şubat 2024 Pazar

YAŞAR DEĞİRMENCİ - MADDE-MÂNÂ, DÜNYA-ÂHİRET DENGESİNE MUHTACIZ! - 18 Şubat 2024 Pazar

YAŞAR DEĞİRMENCİ - MADDE-MÂNÂ, DÜNYA-ÂHİRET DENGESİNE MUHTACIZ! - 18 Şubat 2024 Pazar


İnsanlar zaman içinde yaşar, ama zamanı da insanlar yaşatıp değerli kılar. Biz zamanları, insanlarıyla ölçeriz. İnsanları da ahlaki-ruhî faziletleriyle ve manevî-maddî sıhhat dengeleriyle. Toplum, “insanlar” demektir.

Manevî yapısı sağlam olan bir toplum, nisbî gelir seviyesi düşük olsa da mutludur. Acıların ve sıkıntıların olması, ayrı bir konudur. İç dünyası zengin olan bir toplumun acıları ve sıkıntıları bile güzelliklerle doludur. Madde’yi ölçü yapmak, yanlıştır. Bunu söylemek maddeyi ihmal etmek değil; yerli yerine koymaktır. Yerine konulmamış maddî değerler, kendi muhasebe mantıklarının dahi olumsuzluklarından kurtulamazlar. Her parlaklığın karşılığında yeni zulmetler ve kayıplar ortaya çıkar, artılar eksileri karşılamaya yetmez.

Asr-ı Saadet’e perdeli madde gözüyle bakılırsa, bugüne kıyasla (hattâ o günlerin diğer ülkelerine ve bölgelerine nazaran) hiçbir şey görmezsin. Ama “madde” adına ne varsa, en iyi biçimde kullanılmıştır. Mânâ’nın emrinde yerine konulmuş madde en iyi biçimde kullanılmıştır. Yâni, maddenin de belirleyici ölçüsü mânâdır. Onu kaçırdın mı, sonrasında ağzınla kuş tutsan fayda etmez. Karıştırılacak tarafı yok. Mesele gayet berraktır. Fizik formüllerinden daha nettir. Özetliyorum: Asıl olan mânâ-madde dengesidir. Madde her zaman topaldır, kazandıracağı imkânlar zamana bağlı olarak değişir ve gelişir. Dengenin mânâ aleyhine bozulması, madde aleyhine bozulmasından daha vahimdir. İki bozulma da İslâm’a aykırıdır ama, madde aleyhine bozulmuş dengelerin savunuculuğunu yaparak maddî ihmalleri tenkit etmek; hem haksız, hem anlamsızdır. Asr-ı Saadet, bir denge mükemmeliyetidir. Zirvedir, ebedî örnektir. Maddeyi geliştirirsiniz ama, o mânâ-madde ahenginin seviyesine ulaşamazsınız; ancak ondan ders alarak çeşitli tatmin ve mutluluk nasipleri elde edebilirsiniz.  Bugünün dengesi, dünkünden bozuk. Söylediğimiz budur. Dün yoksulmuşuz. Söylediğimizle ne alâkası var? Yahut zengin olan özlem duyarmış da fakir olan duymazmış. Biz toplum plânını konuşuyoruz. Şahsımızla ilgili olsa, zaten bahsini etmeyiz. Vermek istediğimiz mesaj var, “Kalkınıyoruz, ilerliyoruz sanılmaktadır ama, geçmişe göre madde-mânâ dengesi mânâ aleyhine her geçen gün biraz daha bozulmaktadır.” Diyoruz. Esasen dert Batı’nın derdidir ve bize daha azgın şekliyle musallat olmuştur. Batı’cıyız ya! “Her fert zenginlik peşinde koşarsa toplum kalkınır mutlu olur” formülü Batı’nın canına okudu, elma şekerinin şekeri bitti kazığı kaldı; biz aynı elma şekerini tersinden aldığımız için sadece kazıkla uğraşıyoruz! “Kavanozu dışından yaladık” benzetmesini dahi az buluyorum. Yaladığımız, elma şekerinin sopasıdır. Kıyaslamaların maddi ölçüsü de yanlış. Yerine konulmamış maddenin göstergesi doğru çalışmaz!

Dekor değişikliği, sahnenin malıdır; o sahnedeki insanın değil. “Zaruri ihtiyaçlar” hükmüne sokulan çağdaş âletlere sahip bir ev, yarım kilo beyaz peynir yahut kıyma alırken zorlanıyor. Aletler çok gelişmiş olmakla beraber, vatandaş hastane kapılarında sürünüyor. Okur-yazar sayısı artmış, kimsenin bir şey okuduğu yok. Şehirleşme adıyla şehirleri köyleştirmişiz. Temiz hava, temiz gıda, temiz su, bulunmaz nimetler hâline gelmiş. Arabanızın, evinizin olmadığı zamanlardaki eş-dost-akraba ziyaretlerini şimdi yapabiliyor musunuz? O zaman yaptığınız yardımlaşmadan insanların birbiriyle ilgisinden şimdi eser var mı? O zaman iç içe olan akrabalık, konu komşuluk sak-samimiyetinden eser var mı?

Yaşadığımız çağ, geçmiş asırlara nispet edildiğinde; dünya hayatının belki de en şaşaalı bir şekilde ön plana çıkarıldığı çağdır. Bu hayatın gelip geçici bir hayat olduğu bütünüyle unutulmuştur. İnternet, sosyal medya, uğradığımız “dijital işgal” bizi özgürlük derken bile esaretimizin çığırtkanlığı. Cinayetler, kazalar ve tabiî âfetlerle belki de bu kadar haşir neşir olmuş bir çağ da yoktur; ama bütün bunlar, kolay kolay insanlığın gözünü açacağa benzememektedir. Yine her şey ebedî kalınacak bir dünya ve ebediyen sürüp gidecek bir hayat hesabı üzerine bina edilmekte, reklam ve propagandalar her satırı ve her karesiyle zımnî bir beka vaadini içermekte, her şey dünya etrafında dönmektedir. Dünya sevgisi gönülleri öylesine kaplamıştır ki, zahiren dinî içerikli söylemler bile dünya hayatına getirdiği konfor itibarıyla değerlendirilmektedir. Dünya hayatını küçümseyecek en küçük bir düşünceye tahammül gösterilmez; o sevgiliye asla toz kondurulmaz. Dinî yükümlülüklerimizi azaltan, böylece dünya hayatını mümkün olabilecek en geniş ölçüde dinin elinden kurtaran kimse baş tacı edilir. Dünya hayatının kutsallığına herhangi bir şekilde leke konduran, bu hayatın fâniliğini hatırlatan, ölümden söz eden ve dünya itibarıyla herhangi bir fedakârlığı gerektirecek yükümlülüklerimizi önümüze koyan insan hiçbir şekilde makbul addedilmez. 

Oysa Allah’ın kitabında ve Allah Resulünün hayatında, dünyanın bu kadar yüceltildiğini hiçbir şekilde göremezsiniz. Her şeyin önünde ahiret vardır; dünya ona göre bir değer kazanır. Çünkü bâki olan hayat, âhiret hayatıdır. Bâki olan, fâni olamaz. Bu gelip geçici hayat, eğer bir değer ifade edecekse, yani bizim şu dünya üzerinde nefes alıyor olmamızın bir sebebi, bir kıymeti varsa, o da bize âhireti kazandırması itibarıyladır. Kur’ân-ı Kerim’de son derece açık ifadelerle vurgulanan şey, sadece dünyayı isteyenin âhiretten hiçbir nasibi olamayacağı, dünya hayatıyla tatmin olanın âhirette cezadan başka bir şeyle karşılaşmayacağıdır. Bu dünya, Sahabenin deyimiyle, bir binektir, bizi menzilimiz olan âhirete ulaştırır; bu hayat bir azıktır, o yolu almak için bize gerekli olan şeyi sağlar.

Mümin için en büyük gaye, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’ın razı olmadığı şeyde hayır yoktur. Hayır, bizim gerçekleşmesinden hoşlandığımız netice değil; doğru uygulamalar sonunda, her ne olursa olsun, meydana gelen neticedir. İmanın kemâli, muhabbetullaha dayanır. Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler umut keser. Sıhhatli denge, umut ile korku arasında bulunmaktır. Sahip olduğumuz her şey emanet hükmündedir. Onu bize veren, yaşatan yaratan, veren alan mâlikil mülk olan Cenabı Hak’tır. Celâl-Cemal-Kemal sahibi olan Allah’tır. Biz O’nun kuluyuz. ‘Kulluktan kurtulduk’ diyenler; nefsi emaresinin, hevaü hevesinin, arzu ve isteklerinin kuludur. Elindeki makamlarının, konumlarının hayru hasenatta kullanması, sorumluluk bilinciyle hareketi gerektirir.