Tekrar karşılaştığımızda ikizim sakin ama kararlı bir sesle söze başladı ve “Biliyor musun, beni okumak sadece İslâm’ın değil, imanın şartlarından da ikincisidir” dedi. “Bu nasıl oluyor, bize genelde imanın şartlarının altı olduğu öğretilmiş ve ezberletilmiştir” dedim. “Sorun da bu ya” diye devâm etti: Her şey ezber ve taklit; düşünen, araştıran, neyi ne için yaptığının bilgisini merak eden yok. Din taklit üzerine değil tahkik üzerine oturur. Sana şimdi bir âyetimi hatırlatayım ve birlikte düşünelim. Üstelik bu âyetin öznesinde Hz. Peygamber vardır: “Ben, yalnızca, kutlu kıldığı bu şehrin ve var olan her şeyin Rabbine kulluk etmekle emrolundum; yani, O’na yürekten boyun eğen kimselerden olmakla emrolundum; bir de, bu Kur’an’ı [insanlara] okuyup ulaştırmakla. Bundan sonra artık kim ki, doğru yolu tutarsa, o yolu kendi iyiliği için tutmuş olacaktır ve kim de yoldan saparsa, [böylelerine] de ki: Ben yalnızca bir uyarıcıyım!” Anlıyor musun bu âyetimi, burada “Müslüman olmakla emrolundum” ifadesinin imanın birinci şartına dikkat çektiği kesindir. Bu temel iman şartına bağlanan ikinci şart ise beni okumak olarak gösterilmiştir. Yani Hz. Peygamber’e verilen ana emirlerden ilki Müslüman olmak ikincisi de Kur’ân okumaktır. Âyetim bu emirleri o şekilde düzenlemiştir ki; okunmam hem iman şartı olmuştur hem de İslâm şartı. Fakat ne hikmetse benim okunmamı gündeme getiren âyetlerin çoğu asli işlevinden uzaklaştırılarak namaz kılmaya dönüştürülmüş, sanki beni okumak sadece namazla sınırlıymış gibi bir konuma düşürülmüşüm. Mesela, Hz. Peygamber’e âyetlerimin ilk indiği dönemlerde tavsiye edilen bir davranış vardır. O’ndan gecenin bir kısmında kalkması ve kendine özgü bir nafile/fazlalık ile ibadette bulunması istenmiştir. Bu tavsiye içeren âyetimi yorumlayanlar sözü edilen ibadeti hep namaz kılmak şeklinde açıklamışlardır. Hâlbuki “teheccüd”, uykuyu gidermek veya uyuduktan sonra uyanmak anlamındaysa; beni okumak, benimle ilgili araştırma/sohbet yapmak ve beni anlatan kitapları okumak da “teheccüd” kapsamı içerisine girmektedir. Öyleyse neden akla hep namaz gelmektedir? Bu tercih bana öyle geliyor ki; ilimle uğraşmanın önüne geçmiş, oluşmuş/oluşacak birçok olumsuz gelişmelerin de nedeni olmuştur. Şu bir gerçek ki; ilk inen âyetlerimin emrini yerine getirmeyenler, sonraki âyetlerimin emirlerini de yerine getiremezler. Bunun için de benim sevap kazanma amacıyla okunma konumumdan, anlayarak okunabilme konumuma getirilmem gerekmektedir. Sözlerimin biraz sert olduğunu düşünebilirsin ama beni tebliğ eden Hz. Peygamber’in yarın hesap gününde, mahşer meydanında ümmetinden en büyük şikâyeti benim terkedilmem, hayatın dışına itilmiş/dışlanmış bulunmam üzerine olacaktır.
Bütün bu söylediklerimden anlamışsındır ki; okunmam/anlaşılmam ve buna bağlı olarak yaşanmam en hayati konudur. Ama bunun da aklın ve ilmin rehberliğinde gerçekleşecek bir eylem olduğu unutulmamalıdır. Âyetlerimde “akıl” kelimesi hiç isim olarak kullanılmamıştır. Ben, aklın varlığını yeterli görmem, işlevsel akıl isterim. Bu yüzden akla yer veren âyetlerimin tümünde akıl kelimesinden türeyen fiiller yer almaktadır. Akıl ile ilim arasında da kaçınılmaz bir bağ vardır ve akletmek için de ilim sahibi olmak gerekir. Bu nedenle tüm peygamberlere gelen ilâhî bilginin/vahyin, onların hitap ettikleri toplumun diliyle gelmesi kelâmın akledilebilmesi içindir. İlâhî metinleri, evreni ve insanı dolduran âyetleri inceleyip onlardan sonuçlar çıkarmak, ilim sahiplerinin işidir ve ilim de aklın işletilmesiyle elde edilir. Bazen akıl ile âyetlerim çelişir gibi göründüğü olabilir. Ama burada sorun bende değil, insanın aceleciliği ve sabırsızlığında aranmalıdır. Çünkü öyle âyetler taşımaktayım ki; bunların bir kısmı zamanla açıklığa kavuşacaktır. Akıl ise böyle bir durumda en büyük yeteneğini bana teslim olması gereken yerde durmakla göstermelidir. Şunu iyi bilmek gerekir ki; kaynağım yönünden akıl üstü olsam da, akıl ile asla çelişme ve çatışma içerisinde olmam mümkün değildir. Tevhit ilkesinin bir gereği olarak, aklın da, dinin de sahibi tek ve aynı kudrettir de ondan. Bu nedenle, tek kudretin elinden çıkmış iki varlık arasında uyumsuzluk olmaz. Şimdi sana önemli bir şey söyleyeyim. Belki biraz ters de gelebilir ama üzerinde düşünmeni isterim. Akıl var ya, benden daha önce ve geneldir. Yani Allah’ın ilk indirdiği şey akıldır. Çünkü o, peygamberlerin davetlerinden önce, o davete muhatap olmamış olanlar da dâhil tüm insanlarda bulunan bir özdür. Dinin tanımlanmasında vurgunun akıl sahipleri üzerine yapılmasının bir nedeni de budur.
İkizimin bu sohbetinde özetle anladığım, akıldan uzaklaştırılan bir imanın subjektifleşeceği yani nefsanîleşeceği ve böylece gerçeğe/genele sırt dönerek kişinin egosuyla eşitlenecek bir noktaya gelmesiydi. Bu noktaya gelen imanın ise yapıcı/üretici bir mutluluk kaynağı olmak yerine, yıkıcı bir güce dönüşmesi kaçınılmazdı. İşte Kur’ân, imanı sürekli biçimde akıl ve ilimle kucaklaştırarak insanı bu olumsuz sonuçtan korumaya çalışmaktaydı.
“Evet, doğru anlamışsın, çünkü ben öğretmeni Allah olan bir kitabım ve sen de öylesin” dedi. Allah “muallim” kelimesiyle aynı kökten bir fiili kullanarak insâna isimleri ve kalem ile bilmediklerini öğretmiştir. Allah insana önce ne öğretmiştir bilir misin? Kur’ân’ı öğretmiştir. İkinci büyük öğretmen ise Hz. Peygamber’dir ve O’nun öğretmenliğini bir âyetim şöyle verir: “Nitekim size, mesajlarımı iletmesi, sizi arındırması, vahiy ve hikmeti bildirmesi ve bilmediklerinizi öğretmesi için içinizden bir elçi gönderdik.” Böyle bir nimetin karşılığında ise insândan beklenen Allah’ı anması ve O’na nankörlükten kaçınarak şükretmesidir.
(Necmettin ŞAHİNLER’in KUR’AN’LA KONUŞMAK Kitabı’ndan KETEBE Yay.)