Her geçen günde dertli insanlarımızdan hissiyatını kaybetmeyenler; “emri bil maruf nehyi anil münker emrini yerine getiremediğimiz üzüntüsünü taşırlar. Ben de hep bu duygular içindeyken üstad Necip Fazıl’ın makalelerini okurken “EL-DİL-KALB” başlıklı yazısı; hem bu husustaki ayetleri ve meşhur hadis-i şerifi yazısında bizlere hatırlatınca siz değerli okuyucularımla paylaşma ihtiyacı hissettim. Üstadı rahmet ve minnetle anıp dualar ederken EL-DİL-KALB yazısı ile sizleri baş başa bırakıyorum.
“Müslümanın kötüye itmekte ve iyiye çekmekte üç silâhı vardır: Eli, dili, kalbi… Kalb, niyet ve irade olarak her iki fiilin de içinde olduğuna, dil ise eli bırakmayacağına göre silâh tektir: Yalnız el!.. El, yâni fiil, aksiyon, doğrudan doğruya icra vasıtası.
Müslümana, her şeyden önce, üç silâhı da birleştirmiş olarak eliyle hareket etmesi emredilmiştir. Onun yapamadığı, yâni eli ve kolunun bağlı olduğu yerde iş dile kalmakta, ağız açmaya bile imkân olmayan yerde de kötüyü kalble reddetmekten başka çare kalmamaktadır. Şu kadar ki, el dururken işi dilde bırakmak, hele kendi kendisini tecrid edici bir susma ve katlanma seciyesiyle yalnız kalbden protesto tesellisine sığınmak, İslâm ruhuna asla uymaz! Ancak kat’i zor altında kalındığı zaman işleyecek olan ikinci ve üçüncü (fakülte)ler, iyice bellemek ve kavramak lâzımdır ki, kıymetçe, mareşal rütbesinde olan ele nisbetle çavuş ve er bile değildir. Üstelik mâzur vaziyetlerde dahi makbul sayılmazlar. Hele kat’i zor ve eli işlemekten alıkoyucu sebep bulunmaksızın lâftan ve yürekteki gizli duygudan ibaret kalmak, Müslümanı küfrün eşiğine kadar sürükleyen bir iman ve ahlâk zaafına kadar varabilir.
Eğrinin gölgesi de eğri… Bunun gibi, küfre rıza göstermek de küfür… Kötülüğü yalnız kalble reddetmekte, küfre rıza gösterme yoksa da rıza göstermeye kapı açmak gibi bir şey vardır ve bu hâl, mutlaka sonunda, “herkes ne yaparsa yapsın; bana ne?” demeye, yâni bir nev’i rıza göstermeye gider.
Her ferd, öz evinde, iş yerinde, her türlü şahsi tasarruf sahalarında bir nev’i devlet reisi değil midir? İşte Müslüman, kendi öz resmî devletine malik bulunmadığı şartlar altında bile şahsî ve hususî devlet reisliğini göstermek ve tâbi bulunduğu devletin kanunlarına tam ve gerçek bir riayet ölçüsüyle kanunun verdiği müsaade nisbetinde elini kullanmak mükellefiyeti altındadır.
Bizi hapsettikleri câmilerde bağdaş kurmuş, ellerimizi hâcet dergâhına açmış, kendimizden geçmiş, dua ediyoruz:
-Yârabbi, bu vatanı kâfirlerden kurtar!
Yârabbi her gün biraz daha sukut eden ahlâkımızı önle!
Yârabbi, gençliğimize Senin ve Sevgilinin aşkını ilham et!
Yârabbi, asırlardır, geçit resimleri bitmeyen Batı taklitçisi sahte kahramanların foyasını meydana çıkar!
Yârabbi, Sevgilinin ümmetine hikmet ve hareket, ilim ve eşyaya hâkimiyet ihsan eyle!..
Bu duayı edip ondaki dileklerden hiçbirinde hisse sahibi olmaksızın, câmi kapılarında pabuç giymek ve sonra kalabalığa karışmak kadar denî ve şenî bir eda tasavvur edilemez!
Sen, Allah’tan istediklerinin hangisi üzerinde bir hamle ve teşebbüs sahibisin ki, bu aziz duayı ağzına alabilmek cesaretini gösteriyorsun?
Nice marka Müslümanının duası Allah’tan, kendisine donunu giydirmesini istemeye kadar varabilecek bir ruh boşluğu içindedir.
Allah’tan, her nefes alışımızda bize nefes alma kudretini vermesi için dua etmiyoruz. Halbuki bu fiil bile duaya muhtaçtır ve topyekûn kâinat, dua üstünde durmaktadır. Ama duanın sırrında, onu icrada aramak en ince hikmet noktasıdır.
Müslüman! Aynanın karşısına geç ve alnındaki “Müslüman” yazısına her ân ihanet hâlinde olup olmadığını düşün! Ve duayı icrada ara!”
https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yasar-degirmenci/el-dil-kalb-46013.html