Yüzyılın felaketi olarak yaşadığımız depremden bir seneyi geride bıraktık. Ders çıkararak, ibret alarak, nefs muhasebesi yaparak, ölüme-ahirete hazırlanarak bizzat depremi yaşayan kardeşlerimizi düşünerek onların acılarını paylaşarak dualarımızı ihmal etmeyerek depremi ve bıraktıklarını düşünelim.
Ülkemizin bir özelliği de deprem faylarının üzerinde olması. Bu gerçek de neredeyse düzenli olarak bize sürekli hatırlatılıyor. Fay hattı, jeolojik, daha bir sürü maddi sebeplerle beraber Allah’tan bağımsız hiçbir olayın olamayacağını, Allah Teâlâ’nın yarattıkları ile ilgisini kesmediğine de iman ederiz. Sünnetullah dediğimiz İlâhî prensipler (kanunlar) neyi gerektiriyorsa onun üzerinden tavrımızı, yaşayışımızı, hayat tarzımızı geliştirmemiz gerekiyor. Bütün yaşadıklarımızdan ders alanlar ile almayanlar gün gibi ortaya çıkıyor.
Depremin şiddeti, gücü, vahameti ortada. Muhtemelen bu deprem bütün tedbirlerini almış olsanız bile yine belli bir yıkıma yol açardı ama elbette bu kadar olmazdı. Depremler, halktan, devletten, milletten, müşteriden gizli kapaklı, yapılmış suiistimalleri hırsızlıkları ortaya çıkarıyor. Başımıza gelen bu küçük kıyamet üzerine söylenecek çok söz ve daha önemlisi yapılacak çok maddi manevi çok iş var. “Deprem niye oluyor?” diye sormamıza gerek yok. O Allah’ın kanunudur. İnsanın olduğu, olmadığı her yerde olur. Sadece insanların kabahatlerinin karşılığı olarak görerek depremin oluşunu değerlendirmek doğru değildir.
Her hal ve şartta yaşanan dinimizin “Emri bil ma’ruf nehyi anil münker” emrini uygulamalıyız. Şu tesbitleri canlı tutalım.
Deprem gibi felaketlerin sebebi olarak orada burada yaşayan insanların yapıp ettiklerini göstermek genel olarak isabetli olmaz. Eğer insanların inkâr, isyan ve günahları felaketlerin sebebi olsaydı yeryüzünde insan kalır mıydı; bunu bir düşünmek gerekir!
Allah Teâlâ melek insanları değil, beşeriyet gereği günah işleyip tevbe eden kullarını tercih etmektedir. Biz müminler, “Allah’a itaat etmezsek bizi helâk eder” diye değil, Allah hamde, şükre, kendisine ibadete (kulluğa) kemâliyle layık bir tek varlık olduğu için O’na kulluk etmeliyiz. İmtihan gereği böyle musibetler başımıza geldiğinde ise ibret, sabır, tedbir ve yardımlaşma ile kulluğa devam etmeliyiz.
Bu maddî deprem yaşanmadan önce, biz manevi depremi yaşadık zaten iliklerimize kadar yeterince: Ahlâk çözülmüştü. Haram-helâl ölçüleri neredeyse yok olmuştu. Her alanda ve her bakımdan çürüme had safhaya ulaşmıştı. Asıl deprem, toplumu yok edecek asıl büyük deprem, yakıcı ve yıkıcı deprem işte bu manevi depremdir: Manevî değerlerin aşınması, buharlaşması, yok olması. Manevî deprem yaşamayan bir toplumu, hiçbir maddî deprem çökertemez. Haram-helâl ölçülerine riayet eden bir toplumu hiçbir deprem yıkamaz!
Kul hakkına özen gösteren bir toplumu hiçbir deprem yok edemez. Âhiret inancını yitirmeyen bir toplumu hiçbir deprem tarihten silemez. Maddî depremi aşabilmenin tek veya en güçlü yolu, manevî değerler ve ilkeler bakımından güçlü olmaktan geçer.
Allah korkusu olan, âhirete inanan bir mimar, aslâ hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvete başvuramaz. Mimar Sinan’ın en sağlam, en güçlü, en kullanışlı, en estetik ve ruh dolu şehirleri, yapıları inşa eden bir mimar olarak tarihe geçmesinin gerisindeki sır, meslek ilkelerine, mimarinin ilkelerine, İslâm’ın iyi, güzel ve doğru fikrini, idrakini giydirmesi ve taşa ruh üflemesidir. Haram-helâl ölçülerine, kul hakkına özen gösteren gayrimüslim toplumu Allah zelil etmez. Ama haram-helâl ölçülerine riayet etmeyen bir Müslüman toplumu Allah en ağır şekilde cezalandırır.
Yaşadığımız felâketten ders çıkarmasını bilmeliyiz. Haram-helâl ölçülerine, kul hakkına ve mimarlık meslek ilkelerine riayet ederek şehirlerimizi daha insanca, ruh dolu, yaşanabilir ve estetik şehirler olarak inşa etmek için bu ağır depremi bir imkâna dönüştürebilmeliyiz.
Unutmayalım: Dünyada şehirlerini bizim kadar katleden, ruhsuz betonarme terörünün insafsızlığına ve ruhsuzluğuna terk eden ikinci bir toplum yok. Deprem bu gerçeğin görülmesine vesile olursa, depremden çıkarmamız gereken en önemli derslerinden birini çıkarmış oluruz.
Dünya imtihanımızda bizi başarıya ulaştıracak olan, Rabbimizin daima yanımızda olduğuna ve bizi yalnız bırakmayacağına dair inancımızdır. Bütün zorluklar karşısında bizleri güçlü kılacak ve yarınlara dair ümidimizi canlı tutacak olan imanımızdır. Zulümlere, kötülüklere ve haksızlıklara karşı bize direnme gücü veren imanımızdır. Yaşadığımız asrın felaketini yaşayan kardeşlerimizin sabrı cemil göstermeleri imanlarının tecellisidir. Bugün de Gazze’de bir avuç mücâhid, imanlarından aldığı güçle zalimlere karşı direnmektedir. Allah’a olan sarsılmaz imanları sayesinde mücahede ve mücadele etmektedir. Bizler, imanımızı hayatımızın bütün alanlarına yansıttığımız zaman bu büyük nimetin şükrünü yerine getirmiş oluruz. İmanımızı, salih ameller ve güzel ahlakla kemale erdirmenin gayretinde olduğumuz müddetçe Rabbimizin rızasını kazanırız. Elimizden ve dilimizden hiç kimsenin zarar görmediği iyi bir mümin olduğumuzda İslâm’ı en güzel şekilde temsil ve tebliğ ederiz.
Rabbimizin “rahmeti gazabını geçmiştir.” İşte bu yüzden biz O’nun kahrından lütfuna sığınıyoruz. Gazabından rahmetine sığınıyoruz. Celalinden cemaline sığınıyoruz. O’ndan yine O’na sığınıyoruz. Kâinatta var olan her şeyi Allah yoktan yaratmıştır, O her an yaratmaktadır. Yaratılmış olarak gördüğümüz şeyler de, hatta bütün hücrelerimizle biz de her an devamlı (sürekli) yaratılmaktayız. Gördüğümüz, bildiğimiz ve hissettiğimiz hiçbir şey rastgele ve kör bir tesadüfün eseri değildir ve hiçbir şey sebepsiz değildir.
Herkesin iki kelimelik duası: “Allah korusun!” Ben de ‘âmin’ derken sıfatlarını hatırladım Rabbimin. Sadece Allah’ın varlığına ve uluhiyyetine değil, O’nun koruyup-gözeten, yaratıp-yok eden, yaşatıp-öldüren, yüceltip-alçaltan, lütuf ya da kahrıyla terbiye eden, ödüllendirip-cezalandıran vasıflarını bünyesinde toplayan rububiyyetine de inanan bir Mü’min olarak, bu duaya bütün yüreğimle “âmin!” diyorum. Vefa eden kardeşlerimize Allah rahmet etsin. Geride kalan yaralılarımıza şifalar, yakınlarına da sabırlar ihsan etsin. Hepimizi cennetinde buluştursun.