Yüzyılın felaketi olarak yaşadığımız depremin korkunç boyutları her geçen gün ortaya çıktıkça, Türkiye’de 10 ilimizi bütün şehirleriyle, Suriye’de de yine en az 4 ili vuran deprem felaketinin AFAD tarafından yapılan analiz raporunu okuyup dinledikçe ülkemizde neleri yaşadığımızı görüyorsunuz. Rabbim bu milletin, bu ümmetin yardımcısı olsun.
Bütün yaşananlar; hem depremin şiddeti dolayısıyla hem de yol açtığı yıkım dolayısıyladır. Yıkımın sadece depremin şiddetinin sonucu olmadığı gün gibi ortada. Yan yana duran binalardan bir kısmının yerle yeksan olduğu halde hiç yıkılmamış hatta aynı şiddetteki depremden hiç hasar bile görmemiş binaların varlığı karşı karşıya olduğumuz toplumsal ahlakî kokuşmuşluğun yaşandığının da göstergesi. Yapanlar da âlet olanlar da suçu işleyenler ve suç ortakları. Tabii zıddı da geçerli. Sevap işleyenler ve sevap ortakları…
Çünkü deprem; sadece yeri sallayıp üzerinde çürük temeller ve eksik malzemeyle inşa edilmiş binaları yıkmıyor. Her şeyi sallıyor, sarsıyor, yıkıyor ve yeniden daha iyi yapmak üzere insanlara bir fırsat sunuyor. Duyguları, hayatları, algıları, insan ilişkilerini, devletin duruşunu sarsıyor. Bu zelzelenin, depremin, sarsıntının ardından ibret alan ders çıkarıp ‘nefs muhasebesi’ yapıp kendine, yaşayışına çekidüzen verip düzelenler olduğu gibi, kimilerini daha berbat hale de getirebiliyor. Demirden, çimentodan çalmışsanız, denetimini doğru dürüst yapmamışsanız, gerekli her türlü tedbiri almamışsanız elbette orada deprem olduğunda yıkım kaçınılmaz olur. Buna ‘tedbirsizliğin kaderi’ diyebiliriz. Deprem alanlarına, havzalarına, fay hatlarının üzerine ev yapılamaz, yerleşim merkezleri kurulamaz. Farkında olup veya olmayıp yapılaşmada dikkat edilmeyen en önemli iki mesele; münbit arazilere, ovalara ve deprem zeminine ev yapılmasıdır.
Ülkemizin bir özelliği de deprem faylarının üzerinde olması. Bu gerçek de neredeyse düzenli olarak bize sürekli hatırlatılıyor. Fay hattı, jeolojik, daha bir sürü maddi sebeplerle beraber Allah’tan bağımsız hiçbir olayın olamayacağını, Allah Teâlâ’nın yarattıkları ile ilgisini kesmediğine de iman ederiz. Sünnetullah dediğimiz İlâhî prensipler (kanunlar) neyi gerektiriyorsa onun üzerinden tavrımızı, yaşayışımızı, hayat tarzımızı geliştirmemiz gerekiyor. Bütün yaşadıklarımızdan ders alanlar ile almayanlar gün gibi ortaya çıkıyor.
Depremin şiddeti, gücü, vahameti ortada. Muhtemelen bu deprem bütün tedbirlerini almış olsanız bile yine belli bir yıkıma yol açardı ama elbette bu kadar olmazdı. Depremler, halktan, devletten, milletten, müşteriden gizli kapaklı, yapılmış suiistimalleri hırsızlıkları ortaya çıkarıyor. Başımıza gelen bu küçük kıyamet üzerine söylenecek çok söz ve daha önemlisi yapılacak çok maddi manevi çok iş var. “Deprem niye oluyor?” diye sormamıza gerek yok. O Allah’ın kanunudur. İnsanın olduğu, olmadığı her yerde olur. Sadece insanların kabahatlerinin karşılığı olarak görerek depremin oluşunu değerlendirmek doğru değildir.
Her hal ve şartta yaşanan dinimizin “Emri bil ma’ruf nehyi anil münker” emrini uygulamalıyız. Bu emrin gereği uygun bir şekilde yapılsaydı belki de bu ‘can pazarı’ yaşanmayacaktı. Âlimlerimizin, düşünürlerimizin şu tesbitleriyle bitireyim.
Şu halde deprem gibi felaketlerin sebebi olarak orada burada yaşayan insanların yapıp ettiklerini göstermek genel olarak isabetli olmaz. Eğer insanların inkâr, isyan ve günahları felaketlerin sebebi olsaydı yeryüzünde insan kalır mıydı; bunu bir düşünmek gerekir!
Allah Teâlâ melek insanları değil, beşeriyet gereği günah işleyip tevbe eden kullarını tercih etmektedir. Biz müminler, “Allah’a itaat etmezsek bizi helâk eder” diye değil, Allah hamde, şükre, kendisine ibadete (kulluğa) kemâliyle layık bir tek varlık olduğu için O’na kulluk etmeliyiz. İmtihan gereği böyle musibetler başımıza geldiğinde ise ibret, sabır, tedbir ve yardımlaşma ile kulluğa devam etmeliyiz.
Bu maddî deprem yaşanmadan önce, biz manevi depremi yaşadık zaten iliklerimize kadar yeterince: Ahlâk çözülmüştü. Haram-helâl ölçüleri neredeyse yok olmuştu. Her alanda ve her bakımdan çürüme had safhaya ulaşmıştı. Asıl deprem, toplumu yok edecek asıl büyük deprem, yakıcı ve yıkıcı deprem işte bu manevi depremdir: Manevî değerlerin aşınması, buharlaşması, yok olması. Manevî deprem yaşamayan bir toplumu, hiçbir maddî deprem çökertemez. Haram-helâl ölçülerine riayet eden bir toplumu hiçbir deprem yıkamaz!
Kul hakkına özen gösteren bir toplumu hiçbir deprem yok edemez. Âhiret inancını yitirmeyen bir toplumu hiçbir deprem tarihten silemez. Maddî depremi aşabilmenin tek veya en güçlü yolu, manevî değerler ve ilkeler bakımından güçlü olmaktan geçer.
Allah korkusu olan, âhirete inanan bir mimar, aslâ hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvete başvuramaz. Mimar Sinan’ın en sağlam, en güçlü, en kullanışlı, en estetik ve ruh dolu şehirleri, yapıları inşa eden bir mimar olarak tarihe geçmesinin gerisindeki sır, meslek ilkelerine, mimarinin ilkelerine, İslâm’ın iyi, güzel ve doğru fikrini, idrakini giydirmesi ve taşa ruh üflemesidir. Haram-helâl ölçülerine, kul hakkına özen gösteren gayrimüslim toplumu Allah zelil etmez. Ama haram-helâl ölçülerine riayet etmeyen bir Müslüman toplumu Allah en ağır şekilde cezalandırır.
Yaşadığımız felâketten ders çıkarmasını bilmeliyiz. Haram-helâl ölçülerine, kul hakkına ve mimarlık meslek ilkelerine riayet ederek şehirlerimizi daha insanca, ruh dolu, yaşanabilir ve estetik şehirler olarak inşa etmek için bu ağır depremi bir imkâna dönüştürebilmeliyiz.
Unutmayalım: Dünyada şehirlerini bizim kadar katleden, ruhsuz betonarme terörünün insafsızlığına ve ruhsuzluğuna terk eden ikinci bir toplum yok. Deprem bu gerçeğin görülmesine vesile olursa, depremden çıkarmamız gereken en önemli derslerinden birini çıkarmış oluruz.