Sohbete, samimiyete, dertleşmeye ihtiyacımız var. Sürülmekten, süpürülmekten, yok oluşa götürülmekten kurtulma zamanı. Var oluş, diriliş, direniş, şahsiyetli duruş, kimlikli, kişilikli tavır koyuş dönemi. Kendimize, özümüze dönüşün, Mü’min kimliğimizi, hayata hâkim kılma zamanı. Müslümanlardaki zihni karışıklığın sebebi; kendi değerlerinden, selamet ve saadete ulaştıracağından şüpheye düşmeleri. Bunun da sebebi “yenilmişlik psikolojisi”. Oysaki yenilme sebepleri değerleri değil, aksine değerlerinden uzaklaşmış olmalarıydı. Burada mesele çetrefilleşiyor. Yenilgi neydi, zafer ne? Kayıp neydi, kazanç ne? Bu sorulara bulunabilecek her tür cevap iki tasavvurdan neşet eder. Birincisi vahyin inşa ettiği bir tasavvur, ikincisi vahiy dışı bir kaynağın inşa ettiği bir tasavvur. Vahyin inşa ettiği bir tasavvura sahip olan için problem yok. Onlar probleme doğru teşhis koymayı bilirler. Diğerleri ise problem hakkında en azından tereddüde düşerler. Bir “acaba” oluşur. Değerleriyle ilişkisini değil, değerlerini sorgulama yanlışını tercih eder. Önce, tasavvurumuzu yoklamamız, ondaki istikamet sapmalarını tesbit etmemiz gerekiyor. Bu sapmaları doğru ölçüye göre yeniden kontrol etmemiz ve düzeltmemiz şart. Bunu yapması gerekenler elbette kitleler değil. Sokaktaki adamdan bunu bekleyemeyiz. Âlimlerden, entelektüellerden, aydınlardan ve önder konumundaki insanlardan bekleyeceğiz bunu. Senelerce kurulan hükümetlerin Batılı kalkınma modeli ile “kalkınma”ya verilen yanlış anlam sebebiyle sıkıntıdan kurtulamıyoruz. Buna gelişme, ilerleme, çağdaşlaşma vb. gibi kavramları da ilave edebilirsiniz. Bu kavramlar İslam dünyasını yöneten kadrolar için büyülü kavramlardı. Onlar esas duruşlarını takınırlarsa onlara bakan sokaktaki insan da duruşunu düzeltecektir. Unutmayalım ki ağaç doğrulmadan gölgesi doğrulmaz. Onlar hemen ve şimdiyle ilgileniyorlar, dün ve yarınla ilgilenmeyi biraz lüks buluyorlardı. Yönetici sınıflar her yerde böyledir. “Şimdi ve buradaya” dönük yaşarlar. Bu yaklaşımın uzun vadede ne getirip ne götürdüğünü göz ardı ederler. Yönetici sınıfların gözle görülür başarılar için gözle görülmeyen değerleri feda etme alışkanlığı, işte bu sığ yaklaşımdan kaynaklanır. Bütün bunların çıkış noktası; aidiyetini, mensubiyetini, şahsiyetini, kimlik ve kişiliğini unutması/unutturulmasından kaynaklanmaktadır. Şu soruyu soralım: Şahsiyet olabildik mi?
Allah’a karşı savaş açanlar, tanrılıklarını ilan etme safhasına gelmişlerse, cami duvarına işemeyi marifet bilmeye başlamışlarsa, ben bundan ecellerine doğru yol aldıkları sonucunu çıkarırım. Allah’ın düşmanlarıyla baş edeceğine imanım tamdır. Çünkü Allah büyüktür; güç ve kudret sahibidir. O’na savaş açanlarsa zavallı birer ölümlüden başkası değildirler. Önemli sorular ve nefs muhasebesi yaparak cevap vermenin elzem olduğu günlerdeyiz. Tevillere, kamuflelere, geçiştirmelere yönelmeden insanın önce şu soruyu kendisine sorması gerekiyor: “Ben çözümün bir parçası mıyım, yoksa sorunun bir parçası mıyım?” sorduğu bu soruyu dürüstçe cevapladıktan sonra içinde bulunduğu yapıyı sorgulaması gerekiyor. “Benim cemaatim ümmetin sorunlarının çözülmesinde sorunun bir parçası mı, çözümün bir parçası mı?” diye. Bundan sonrası kolay. Bu bilinç meselesidir. Şahsiyet bilinci, önce “ben idraki” yani kendi olabilme, kendi kalabilme, kendini gerçekleştirme, kendi başına var olabilme direnci ile başlar. Kulluk sorumluluğunun farkına varmış, Müslüman şahsiyet olabilmişse, kesinlikle çözümün bir parçası olacaktır. İnsan kumaşının kalitesini artırıp sorumluluğun bilincine varmasını sağlamak. İnsanlara sorun: “Sen kendini ne sanıyorsun?” diye. Bilmem kaç milyardan biri demeye gelen düz, kimliksiz, kişiliksiz bir birey mi, yoksa kimliğini, kişiliğini bulmuş bir şahsiyet mi? Kendisini ne sandığını hatırlatacaksın, ne sanması gerektiğini öğreteceksin. Bunu yapabildiğimiz oranda başarır, yapamadığımız oranda da kaybederiz ve hatta başkaları tarafından kullanılırız.
“Elimi uzatabileceğim halde uzatamadığımdan dolayı ateşe yürüyen her bir insanın manevi katlinde benim de sorumluluğum var” diye düşünmeli her Müslüman. Herkes sorumluluğunu idrak ederse, olanların olmaması için gayret gösterir, “salih amel” işlemeyi prensip edinirse ve bunu da sloganlardaki “İslami hareket” olarak görmeyip, “üsvetün hasene” olarak görür, yaşayışına dikkat ederek örnek olmaya çalışırsa çok şeylerin değiştiğini bizzat görecektir. Unutmayalım ki din; uygulamadır, pratik hayattır, kaalden ziyade “hal”dir. Yoksa yemeği yemeyip, yemeği düşünerek doymaya çalışan insanların durumuna düşeriz. Kişilik parçalanması da çok önemli bir mesele! Ya İslami gayreti sönüyor ya da hırçınlaşıyor. Kirletilen ahlâki kavramlarımıza mı yanalım, İslam adına ortaya konan çirkinliklere mi yanalım, Allah adına aldatılan binlere mi yanalım, “ihlas” diye diye “diyalog” diye diye “hizmet” diye diye tüketilen değerlerimize mi yanalım, hoyratça kırılan umutlara mı yanalım, örselenen güven duygusuna mı yanalım, yoksa mağdur edilen insanlara mı yanalım? Söyleyin, hangi birine yanalım? Bir, kendinizi inkâr ederseniz kendiniz olmaktan çıkarsınız, fakat “öteki” de olamazsınız. İki, dininizden yırtarak dünyanızı yamarsanız, sonunda elinizden dininiz de dünyanız da gider. Üç, insanlarınızın size olan itimat ve sadakatini -yani yüreklerini- ayağınızın altına koyarak yükselme yöntemini seçerseniz, gün gelir o yüreklerin kanında boğulursunuz. Dört, Allah’tan başkasından korkmaya başlarsanız, korktuğunuzun kulu haline gelirsiniz.
Bu toplumu ayakta tutan şey, dine dayalı aile yapısıydı. Bu yapıyla biz ne kadar övünsek azdır. Toplum geleceğe bir şey taşıyacaksa, bunu İslam ahlakına dayalı (bilinçli ya da bilinçsiz) bir aile kurumu eliyle taşıyacaktır. Bu, toplumun yumuşak karnı demektir. Bu ana düğüm çözülüyor. Bu toplumda İslâmî ahlâka dayalı aile modeli çıkarması gereken kesimler önce çözülenler oldu. Oysa ki, Müslüman aile modeli, cennetin dünyadaki şubesi olan evler kurmayı hedefler. Çünkü İslam’ın model insan tipi bu tür evler olmadan yetişemez. Aile bitimsiz bir mekteptir. Problem burada. Bir ev cehenneme dönüşünce ne hayır gelir ondan? Ama ev cennetleşirse, güzelleşirse o ev büyür. Herkes cennete girmek ister. Evinizi cennetleştirmeyip cehenneme çevirince problem arka arkaya gelecektir. İslâm muhal bir ütopyaya değil, mümkün bir hayata çağırır. Din insanı köşeye sıkıştırmaz. İslâm, insanın önüne gerilen bir duvar değil, insanı sıkıştığı hayat köşesinden kurtaracak kapıdır. İman demek imkan demektir.