Benim adım Wilmer Jesus Cuevas Perdomo… 04 Nisan 2002 de Puerto Ordaz’da doğdum. Şimdi 22 yaşındayım ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi'nde bilgisayar mühendisliği okuyan Venezuela’lı bir öğrenciyim. Babam Wuilmerd Jose, tıpkı annem gibi, o da bir endüstri mühendisi olarak çalışıyor.
Üç çocuklu bir ailenin tek erkek evladıyım. Bir Latino olarak, İstanbul’da ve Türkçe olarak lisans okumak ne benim ne de ailemin planlarında vardı.
Venezuela’da genelde insanların iki adı ve iki soyadı var. Araplar, babasının adını, soyadı olarak kullanıyorlar. Biz ise, birinci soyadını babamızdan alıyoruz ve ikincisini annemizden. Benim iki adım var. Ancak bazen, kişinin sadece bir tek ismi de olabiliyor, ama her zaman iki soyadı var.
2022 yılının ocak ayında, Buenos Aires Üniversitesi'nde eğitim almak için ailemle birlikte gittiğim bir ülke olan Arjantin’de lisans birinci sınıfta, son sınavlarıma giriyordum.
O anda YTB (Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı)’nın düzenlediği Türkiye Bursları'na başvuran bir arkadaşım sayesinde, aynı burs için ben de başvuruda bulundum. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk başta, bu fırsat ilgimi pek çekmemişti. Sadece arkadaşım için sevinmiş ve ‘’inşallah kabul edilecek!’’ diye düşünmüştüm. Fakat O, daha sonra bu burstan vaz geçti. Ancak onun ilk andaki coşkusu, sonra da bana bulaştı ve bunun sonucunda bilgi toplama, araştırma, stratejik görüntülü görüşme, adaylığa hazırlanma, niyet mektubu yazma ve tavsiye mektubu edinmek için, öğretmenlerimizle iletişime geçerek, üzerinde iki hafta çalıştık.
‘’Anne, kabul edildim!’’. Tam o andan itibaren annem, çocuğunun dünyanın diğer tarafında bulunan, hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediği ve büyük ihtimalle Arapça falan konuşulduğunu düşündüğü bir ülkeye gitmesinin olasılığını ciddiye almaya başladı.
Bundan sonrası kolay olmadı, çözülmesi gereken çok problem vardı ve ailem tarafından sorulan soruların miktarını hayal edebilirsiniz. Ama, dünyayı keşfetmek istediğimi daima söylüyordum, artık fırsat elimdeydi ve risk almasaydım ‘’Acaba nasıl olurdu?’’ diye pişman olacaktım.
Ülkemdeki ailemi, dostlarımı, anılarımı geride bırakmak, gerçekten zor bir karardı. O zaman üniversite hayatına tam alışmıştım ve kendime ait bir yaşam tarzım vardı. İşin artık ciddi olduğunu anladığım zaman, annemle vedalaşmak zorunda kaldığım an idi. Ben dünyanın diğer tarafına gidecektim ve uçuş biletleri çok pahalı olduğu için, bir yandan Türkiye’de okurken, öte yandan onunla görüşmek pek mümkün olamayacaktı. O anda ağlamaktan kaçınamadım. Ama ben vedalaşmak üzere taksiye binmeden önce, annem beni kucaklayıp destek-moral sözleri söyledi.
Aniden, bir gün (24 eylül 2022), hiç Türkçe bilmeden yabancı bir ülkede Manucher ve Nicole isimli yeni arkadaşlarımla, bir araba içinde birlikteydim. Ben artık şoförün söylediği hiçbir kelimeyi anlamadan, arabanın camından, ilk defa gördüğüm İstanbul’u seyrediyordum. Boğaz, kocaman bir köprü, iç içe eski ve modern binalar ve sıklıkla yolumuza çıkan, mimarisi çok değişik ve de daha önce hiç görmediğim ‘’cami’’ adındaki binalar. (Araştırdığıma göre, Venezuela’da toplam 9 cami varmış.)
Türkiye’de konfor alanımın dışına çıktığım ilk deneyimlerden biri, alaturka tuvaleti kullanmak oldu. Ben spor salonuna gidiyordum, ama bu kadar rahatsız bir pozisyonda uzun süre beklemek zorunda kalmamıştım. Tuvaletteki rahatlama zamanı ilk haftalarda benim için bir meydan okumaya dönüşmüştü.
Türkiye izlenimlerimi anlatmak için anneannemi aradığımda, konuşma şöyle başladı:
-Anneanne! Kaldığım yurtta bir kişi, ayağını lavaboya koydu. Evet, dişlerimizi fırçaladığımız yerde ayağını yıkadı!
-Duş almanın daha kolay yolu yok mu, orada?
-Tembeldi galiba, anneanne!. (O kişinin yaptığı işin adının, “Abdest almak” olduğunu ve bunun İslam'da namaz kılmadan önce uygulanmasının önemini, sonradan öğrendim, tabii!).
Türkiye'ye geldikten sonra çoğu kişinin yaşadığı en büyük zorluğun dil olduğunu sanıyorum. Ana dilim dışında, İngilizce, Fransızca biliyordum ve birkaç Türkçe kelime de öğrenmiştim, gelirken. Ve çabucak anladım ki, Türkler İngilizce bilmiyorlar. Ne kaldığım öğrenci yurdunun idaresinde, ne bankalarda, ne de dört bir yandan gelen yabancıların her gün gittiği devlet ofislerinde İngilizce konuşuluyor. Bankaları bırakın, YTB bursunun İst. Havalimanı’ndaki karşılama komitesi görevlileri bile, İngilizce konuştuğum zaman birbirlerine baktılar.
Ayrıca, bazı memurların Türkçe bilmeyen, Google çevirisiyle iletişim kuran bir yabancıya hizmet etmekten mutlu olmadıkları, yüzlerinden okunuyordu. Bu yüzden benim ve arkadaşlarım için gereken işlemleri yapmak epey zaman aldı.
Bu süreçte bizim en büyük yardımcılarımız, yine de elimizdeki belgelerle, karşılaştığımız çözümsüzlükler karşısında acı çektiğimizi görünce, İngilizce bilmeseler bile yardım etmeye çalışan melek gibi Türkler ya da bu ülkeye bizden daha önce gelen ve aynı süreçlerden geçen diğer uluslararası öğrenciler oldu.
Türkçe öğrenme sürecinde her dilin öğrenilmesi sırasında karşılaşılan bir takım zorlukları benim gibi diğer arkadaşlarım da yaşadılar. Bir örnek vermek isterim: Özbekistanlı arkadaşım Jasmin, komik bir durum yaşadı. Onun ana dili Türkçeye benziyor ama, yine de lehçe ve aksandan kaynaklanan bazı farklılıklar var. Mesela, Özbekçede ‘’zor‘’ kelimesi güzel demek. Bu yüzden İlk günlerde yemekhanedeki abla, Jasmin’e: “Yemek nasıldı, beğendin mi? diye sorunca o da: “Çok zor’’ diye cevap vermişti.
Türkiye’de Türkçe öğrenenler, başka dillere göre, daha özel bir durum yaşıyorlar. Bir türkün, bizim söylediklerimizi anlaması için, bir cümleyi tam olarak söylemesine gerek yok. Ve bu, türkçe cümle yapısının İspanyolca’nınkinin tam tersi olmasından kaynaklanıyor. Biz istediklerimizi -mesela- şu şekilde söylüyoruz: ‘’Ben istiyorum su’’ Türkler ise: ‘’Ben su istiyorum’’ diyorlar. Bir yabancı Türkçe öğrenebilir, Türkçeyi anlayabilir, ama Türkçe cümlelerdeki öğeleri doğru sıralamak, epey zaman alıyor. Bundan dolayı yeni öğrenme aşamasında biz isteğimizi yavaş yavaş kurgularken, ve henüz ‘’istiyorum’’ kelimesini söyleyemeden türk arkadaş, elinde zaten bir bardak su ile gelmiş oluyor.
Türkiye’ye geldiğimin üçüncü gününde, Cristina arkadaşım kaldığım yurda geldi ve turistik mekanlarda, henüz bilmediğim günlük hayatın basit alışkanlıklarını görüp denemem için beni götürdü. Sokak simiti yedik, boğazdan büyülendik, camilere girdik. Lahmacun, Adana kebab ve ayranı denedik. Güney Amerika'da yoğurt genellikle tatlı olarak yenir, bu sebeple ayranı ilginç buldum. Önce onu içmekte zorlandıysam da, dördüncü denemede alıştım. Ve artık ayranı çok beğeniyorum.
Türkiye'de ilk haftalarım stres doluydu. Ancak bunun yanı sıra, internette gördüğüm muhteşem yerleri gezerek birçok macera yaşadım.
Sonraki günlerimi yurt arkadaşlarımla dostluk kurmaya ve Sultanahmet, Eminönü, Taksim ve Karaköy'ü gezerek İstanbul'a aşık olmaya adadım. Asya topraklarının son noktası olan Anadolu’dan, Avrupa yakasına geçmenin ne kadar gerçeküstü hissedildiğini hâlâ hatırlıyorum. Asla unutulmayacak bir hatıra olarak kaldı bende.
Bir süre sonra, Türkiye'de uluslararası öğrenci olarak en güzel yaşanabilen tecrübelerden biri başladı: TÖMER dönemi… Benim sınıf arkadaşlarım Tunus, Lübnan, Filistin, Kolombiya, Ukrayna, Bosna Hersek, Kazakistan, Rusya, Sırbistan, Bulgaristan, Kosta Rika, Etiyopya ve Özbekistan'dan geliyorlar. Benimle aynı deneyimi yaşayan öğrencilerle tanışma ve farklı kültürler hakkında bilgi edinme fırsatı buldum. Derslerde herkes kendi ülkesi hakkında sunum yaptı ve çok eğlenceli anlar geçirdik. Ayrıca tatili fırsat bilerek ülkesine gidenler, dönerlerken geleneksel tatlılar ve hatıra hediyelikler getirdiler bize.
Bu dönemde en güzel şeylerden biri, bizim öğretmenlerimiz. Üniversitemizde çok iyi üç Türk hocamız vardı. Muhammet Can… Her zaman, anlayıncaya kadar bizim sorularımıza cevap vermeye hazırdı, Öznur Durgun… Daima derse coşkuyla girdi ve bizim için Türk bir anne gibi oldu ve Pınar Sel… Ki onun kendisi, cuma günlerindeki dersini bütün hafta boyunca beklediğimizin sebebiydi ve çok eğlenceli türkçe sohbetler yaptık. Onlar kendilerini bizim Türkçe öğrenmemize adadılar ve her zaman ülkeye alışmamız için destek verdiler. Onlarla, hep sevgiyle hatırlayacağım anılar yaşadık.
İşte Öznur hocamızla alakalı bir anı: Bir ders arkadaşım, en sevdiği kahvede kötü bir an yaşadığını bize anlattı. O zaman türkçe bilmiyordu ve bir yanlış anlama yüzünden ondan fazla ücret almışlar. Birkaç gün sonra, hocamız o kahveye şahsen gidip sahibiyle konuşarak arkadaşımın yaşadığı olayı anlattı. Kahve sahibi, özür dileyerek hem fazladan alınan parasını geri verdi ve hem de kendisine ikramda bulundu.
Amerika’dan gelen kişilere Türkçe öğrenmek zor geliyor. Ne İspanyolca’da ne Portekizce’de (‘palavra’ kelimesi dışında) ne de İngilizcede Türkçeyle ortak kelimeler var. Bizim için her kelime yeni, ayrıca dil yapısı tamamen farklı. Bu nedenle Arapça, Farsça, Kazakça, Özbekçe konuşan arkadaşlarımıza oranla daha fazla çaba sarf etmemiz gerekiyor.
Türkçe dili, yeni öğrenen bir yabancının kafasını karıştıran deyimler ve ifadelerle doludur. Bir gün sokakta yürüyordum ve komik bir reklam gördüm: "Araba Yıkama ve Kuaför". Bu cümleden ne anladığımı zaten tahmin ediyorsunuzdur. Ben daha önce Türklerin iş dünyasında iyi olduklarını biliyordum, ama o kadar dahice bir iş modeli görmemiştim: Orada işçiler insanların arabasını yıkarken, onlar da saçlarını kestiriyorlar diye düşündüm. Sonra böyle bir hizmetin olmadığını öğrendiğimde, Türkçe hocamı çok güldürdüm.
Benim durumumda Kolombiyalı bir arkadaşım olan Jelsin sayesinde Türkçemi geliştirme fırsatı buldum. O, bir gün beni Fütüvvet Vakfına getirdi. Onlar çok iyi bir şekilde bizi ağırladılar. Birkaç etkinliklere katıldım ve farklı ülkelerden gelen arkadaşlarla zaman geçirdim. Sadece çay içip vakıftakilerle sohbet etmek bile, türkçemin ilerlemesi için gerçekten çok yardımcı oldu.
Fütüvvet Vakfı özellikle yurt dışından gelmiş üniversiteli öğrencilere dil, renk, din, ülke, coğrafya yönünden hiçbir ayırım yapmadan ilgi gösterdiler. Bana ve her öğrenciye bir ihtiyacımın veya rahatsızlığımın olup olmadığını soruyorlar, yemekler ikram ediyorlar ve karşılaştığımız sosyal, bürokratik ve sağlıkla ilgili problemler karşısında bizi destekliyorlar. Bir keresinde yurttaki arkadaşlarımızdan birisi hasta olmuştu ve bizimle yakından ilgilenen vakfın başkanı hocamız, durumu öğrenince gecenin yarısında, adresine güçlükle ulaştığı nöbetçi eczaneden aldığı ilacı yurdumuza getirmişti.
Yine bir başka sefer de, ben hastalanmıştım. İlerleyen vakitte vakfın telefonunu aradığımda karşıma yine Emir Hoca çıkıverdi. Durumumu, hastanede gözetim altında tutulduğumu ve birkaç gün hastanede kalmam gerekeceğini söyleyince, gece saat üç civarında çağırdığı bir taxi ile, üzerindeki rüzgarlığın altında eşofman olduğu halde acele ile yanıma gelerek benimle ilgilenmesi, bana moral vermesi, ihtiyaçlarımı sorması ve durumumu öğrenmek üzere servis doktorlarıyla görüşmesi ve ayrıca, bu beklenmedik durum hakkında, taaa Venezuela’daki ailemi, benimle ilgilenmek üzere yanıma gelemiyecekleri için onları bu aşamada telaşlandırmamam için onları aramamam gerektğini tembihlemesi, unutulmaması gereken anılarım arasında yer almaktadır.
O durumdayken, yalnız olmadığımı anladım. Kendimi üzgün ve sahipsizmiş gibi hissedecek zamanım olmadı. Ayrıca bu günlerde beni ziyerete gelen pek çok arkadaşım olduğu için şanslıydım. Fütüvvet Vakfı da gidişatı takip ederek bana destek olmayı sürdürdü.
Allah’a şükürler olsun ki, hastalığım ciddi boyutta değildi ve bu deneyimle, evinizden uzak olsanız bile, böyle bir yerde aileniz olacak insanlar bulmanın gerekli olduğunu anladım.
Arkadaşım Samuel ile birlikte, Okulumuza çok uzakta bulunan yurttan, üniversiteye yakın başka bir yere geçmemiz konusunda Vakıf yetkililerinin ve Resul Tosun Bey’in Ankara’daki yetkililerle görüşerek problemi aşma konusundaki samimi gayretlerini de anılmaya değer buluyorum.
Vakıf arkadaşlarımdan da bahsetmek istiyorum, Kırgızistan’lı Bakhtıyar Pratov ki onunla her zaman görüşüyoruz vakıfta. Onunla eskiden iletişim kuramıyordum. Sonra Türkçemi geliştirerek onunla da konuşabilmeye başladım ve her zaman ilginç sohbetler ediyoruz. Ahıska asıllı Ferman Türkmenov ki Türkçe bilmediğim zaman, denklikle ilgili aşılması güç bir problemimi çözmeye benimle birlikte Milli Eğitim Müdürlüğü’ne kadar geldi. Afganistanlı Muhammed Salih ki, yeni geldiğim zaman çeşitli tavsiyelerde bulunuyordu ve zamanla en yakın arkadaşlarımdan biri oldu. Kosova’dan Harith ki Türkiye’deki ikinci sabahımda odamda karşılaştım ve onu şehirde dolaşmaya davet ettim, otobüste konuşup tanıştık.
2023 Mart ayında Ramazan başladı. Daha önce duymuştum, ama yakından görmemiştim. Çünkü Venezuela'nın halkı %98 Katolik Hristiyan’dır. Ramazan boyunca (29/30 gün) her müslüman güneşin doğmasından 1,5 - 2 saat önceden başlayarak, güneşin batışına kadar hiçbir şey yemeden-içmeden ve keyif verici durumlardan özenle uzak durarak oruç tutar.
Fakat, Türkiye’de orucun gerçek anlamını öğrendim: Oruç sadece yemek/yememek değil. Ramazan yılın en önemli dönemidir. Çünkü insanlar, daha iyi birer insan olmaya çalışıyorlar. Allah’a namaz ile yaklaşıyorlar. Kavgaya karışmıyorlar, yalan söylemiyorlar, diğerlerine zarar vermiyorlar, kötü davranış ve alışkanlıkları bırakmaya çalışıyorlar.
Türkiye’de, ben müslüman olmasam bile, vakıf aracılığıyla birçok İftara davet edildim, geleneksel yemeklerini yedim ve güzel anlar geçirerek, çok şey öğrendim. Müslümanların özverisine çok şaşırdım. Dinlerine bağlılıkları takdire değer.
Türkiye’ye gelişim gözlerimi açtı. Dünya’mızın, kendi memleketimden göründüğünden çok daha büyük ve çeşitli olduğunu öğrendim. Öğrendim ki, bizim ülkemiz, her ne olursa olsun dünyanın merkezi değil. Aslında biz, diğerlerin kültürünü bilmediğimiz gibi; diğerlerinin de bizimkisi hakkında hiçbir fikri yok. Anladım ki, insanların çoğu bizimle aynı yaşam tarzına, zihniyete ve ilgi alanlarına sahip değiller. Ve bu, sorun da değil. Her şeyin tekdüze olduğu bir dünya ne kadar sıkıcı olurdu, değil mi?
Gelecekte ne olacağını bilmek mümkün değil. Ama istiyorum ki, ailemi Türkiye’ye getireyim. Türkiye’deki güzel şeyleri kesinlikle onların da görmelerini istiyorum. Çünkü telefondan anlatabilirim ama, gelip görmeden nasıl anlayabilirler!?