VAKFIMIZIN BURS YARIŞMASINDA KAZANAN YAZILAR...

VAKFIMIZIN BURS YARIŞMASINDA KAZANAN YAZILAR...

VAKFIMIZIN BURS YARIŞMASINDA KAZANAN YAZILAR...


                                                                   

                                                                               UVESH KHAN

                                                                    TÜRKİYE’DEKİ YENİ AİLEM…

İsmim, Uvesh Khan Hindistanlıyım. Hindistan’ın başkenti Delhi’ye 100 km. yakınlıkta bir köyden geliyorum. Ailemde anne, baba, 4 kız ve 3 erkek kardeşiz. Ben sırada, beşinciyim ve 24 yaşındayım. Temel eğitimimi ülkemdeki medresede aldım, 2015 yılında lise, 2017’de ön lisans ve 2020 senesinde Jamia Millia İslamia (Delhi) üniversitesini bitirdim.

2020’de Türkiye’de lisansüstü için Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi’nde burs hakkını kazandım. Ancak Covid-19 yüzünden o sene Türkiye’ye gelemedim. Sonraki yıl 2021’de Eylül ayında İstanbul’a geldim.

Türkiye’ye geldikten bir ay sonra yurt arkadaşım vasıtasıyla Fütüvvet Vakfı ve onun yöneticisi Emir EŞ hocam ile tanıştım. O günden bugüne kadar, elhamdülillah birlikteyiz. Hocam gibi bir samimi öğretmen ve rehber bulduğum için, Allah’ıma çok şükrediyorum.

 

Acı ve rahat… Her ikisi de Allah tarafından birer imtihandır. Allah kullarını bu ve benzeri şeylerle imtihan eder. Bazı insanların hayatı çok sevinç ve mutluluk içinde geçerken, bazılarının hayatı da güçlük içinde geçer. Ancak unutmayalım: “Sevinç, nasıl bir nimetse, acı da günahların bağışlanmasına vesiledir”.  Bu sebeple her iki durumda da kullar için sabır ve şükür lazımdır. İnsan mutluluk zamanında kolay ve güzel hayat sürer iken, acı ve keder durumunda ise hayatı zorlaşır. İnsan böyle zor zamanlarda aile, akrabalar ve arkadaşlarının yardımına muhtaç olur. Ya da en azından, onlardan dua ve teselli umar. Özellikle eğer insan böyle zor zamanlarda evi ve ailesinden uzaktaysa, yakınlarının yokluğu onun acı ve ağrısını daha fazla artırır. Ve ben bu durumu çok iyi bilirim. Fakat Allah’ıma çok şükür, ailemden binlerce kilometre uzaktaki bir ülkede, evim gibi bir ev, ailem gibi bir aile buldum: “Fütüvvet” câmiası, benim yeni ailemdir. Bu durumun oluşmasını sağlayan hatıra ve gözlemlerimden sadece bir tanesini -daha doğrusu- en sonuncusunu anlatmak istiyorum.

 

…….. Sabahleyin her zamanki gibi uyanınca, karnımın sol tarafında biraz ağrı hissettim. Önce, bunun belki uyurken damar sıkışması veya kas gerilmesi vb. bir nedenle olduğunu düşündüm. Kahvaltıdan sonra vakfa çıktım. Arkadaşlarımla selamlaşma ve kurabiye ile bir fincan sıcak çay içtikten sonra günlük işime yöneldim. Öğleden sonra ağrı artmaya başladı ve dayanılmaz hale geldi. Ben durumu hocama açarak, bir sağlık kuruluşuna gitmek üzere izin istedim. Hocam bana hangi hastaneye gideceğimi sordu. Ben henüz cevap vermeden, Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne gitmemi tavsiye etti ve tanıdığı bir doktor arkadaşını arayıp, benim hastaneye geleceğimi söyledi ve yardımcı olmasını rica etti. Bangladeşli bir arkadaşım olan Saif Uddin’i de benimle birlikte gönderdi.

20 dakika içerisinde hastaneye ulaştık. Görüştüğümüz doktor bey, beni acil serviste kırmızı alana gönderdi. Oradaki serviste 1-2 saat boyunca ayrıntılı testler yapıldı ve fakat, bu arada sağlık durumum daha da ağırlaşıyordu. Test ve tahlil neticeleri geldikten sonra bana serum takıldı. Artık biraz rahatlamıştım. Bir süre sonra, ağrılarımın sebebini sormak amacıyla görüştüğüm doktor, sol böbrekte 1 cm. çapında taş bulunduğunu söyleyip: “Şimdi sana geçici olarak bazı ilaçlar yazdım, ama tek çözüm ameliyat!” diye cevap verdi. Yani cerrahi ameliyat yapmadan lazer dalgalarının etkisiyle bu kütlenin parçalanması ve küçük parçaların bir süre sonra idrar yolu aracılığıyla vücuttan atılması sağlanacaktı. Bu arada da hocam, vakıf merkezinden sürekli telefonla arıyor ve durumum hakkında bilgi alıyordu. Ben de hocamı bilgilendirip, ilaçlarımı da alarak eve döndüm.

Sonraki gün vakfa gittim. Doktorların önerdiği ameliyat hakkında istişare ettim. Konunun tıp tekniğiyle ilgili olması sebebiyle, alanı dışındaki hususlarda görüş serdetmeyeceğini, ancak bu yöntemin sağlık alanında çok kullanıldığını söyleyen hocam bana, çok uzak diyarlarda bulunmaları sebebiyle, panikleyip gereğinden fazla endişeye kapılmamaları için hastalığım hakkında aileme bilgi vermememi tavsiye etti. Ben de bu tavsiyesini kabul ettim. Zira, gerçekten çok uzaklardaki aile fertlerimi durumumdan haberdar ederek onları meraklandırmamam gerektiğini biliyordum. Çünki hem yaşça küçük bir çocuk değil, bir yetişkindim ve hem de burada yanımda benimle babam ve kardeşlerim gibi yakından ilgilenen hocam ve arkadaşlarım vardı. Ameliyat günü için bir hafta sonrasına karar edildi. Ameliyat günü hakkında hocamı bilgilendirdim. Fakat dediğim gibi, bu bekleme süresinde zaman zaman ağrılarım şiddetini artırmasına rağmen, durumumu ailemden hiç kimse ile paylaşmadım.

Ameliyat günü doktor sabah saat 06.00’da hastaneye gelmemi istedi. Bir Hintli ev arkadaşım olan Muhammed Ferman ile hastaneye gittim. Haydarpaşa Numune Hastanesi, benim evimden otobüs ile yalnızca 15 dakikalık mesafedeydi. Hastanede ilgili servise vardıktan bir süre sonra, henüz sabah ezanları yeni okunuyordu ki, hocam da görüşmek üzere yanıma geldi. Hocama: “Zahmet etmeseydiniz, üstadım!” diyecek oldum ama, kendisi hasta bir mü’mini ziyaret etmenin ve sorunuyla ilgilenmenin, öbür mü’minler üzerine bir görev ve hak olduğunu zikretti. Naklettiği bu hadis-i Şerifi duyunca sustum ve tebessüm ettim. Hocam bir süre daha bizimle oturdu ve moral/cesaret verici sözler söyledi. Sonra da izin alarak yanımızdan ayrıldı.

Galiba saat 12.00 civarında, ameliyat odasına alınmak üzere çağırıldım. O zaman benim yanımda ev arkadaşım ve Mısırlı başka bir arkadaşım daha vardı. Onlar da bana cesaret verici sözler söyledi. Gerçi ben de korkmuyordum. Çünki, -diş ağrısı çeken kişi, doktora gidince ağrıları geçermiş ya!- tıpkı bunun gibi, ameliyata girmeden önce böbreklerimde hiç ağrım kalmamıştı, yani kendimi hasta gibi hissetmiyordum. Ameliyat odasına götürülürken, hemşireler bana şahsım ve ülkem hakkında sorular yöneltiyordu ve benden bazı Hintçe kelimeler de öğrendiler. Örneğin: “Nasılsın?” , “Seni seviyorum!..” gibi… Çok sevindim. Ameliyathaneye girdiğim sırada, orada birçok hastanın ameliyat edilmekte olduğunu gördüm. Ben ilk defa böyle bir ortama giriyordum. Bu nedenle durum korkutucuydu.

Ameliyat başlamadan önce doktorlar benim hakkımda sorular sormaya başladı. Türkiye’de ne yaptığımı, nereli olduğumu, vs. vs… Bu arada bazı Hint filmleri ve aktörler hakkında da soruyorlardı. Amir Khan’ı çok seviyordu, onlar. Aniden bedenimde derin bir soğukluk hissettim ve gözüm kapanmaya başladı. Uyutulmuşum. Sonra 1-2 saat ne oldu hiç hatırlamıyorum.

 

Veysel!… Veysel!” gibi bir ses geliyordu, kulağıma.  Birisi beni rüyada çağırıyor gibiydi. Meğer operasyonu tamamlayan ameliyat ekibi, beni uyandırmaya çalışıyormuş!. Ancak, henüz kendime gelemediğim için sesleri duyduğum halde gözlerimi açamıyordum. Neyse, bir şekilde bilincimi geri kazandım. Çok fazla üşüyor ve böbreklerimin çok şiddetli gerildiğini hissediyordum. Ekip çok iyiydi.  Hepsine teşekkür ediyorum.

Hastane görevlileri beni servisteki odama götürüp yatağıma yatırdılar. Anestezinin tesiri azaldıkça ağrılarımın çok şiddetli olduğunu fark ettim. Ciddi bir operasyon geçirmiştim. Elbette kolay değildi ve adeta kıvranıyordum. Bu esnada Pakistanlı arkadaşlarım da ziyaretime geldiler. Şimdilik yarı baygın durumdayım ve başım dönüyor. Buna rağmen kabinde ihtiyacımı gidermek üzere hafif bir gezinti yapayım, dedim. Ama onlar beni kollarımdan tutup odama götürdü ve bana teselli verdiler.

Şimdi acı çok fazla ve vakit bir türlü geçmiyordu. Ben tekrar ağrılarımı bastırmak için palyatif çözümler üretiyorum, bu arada. Emir Hocam da, arkadaşım Ferman’ı benim için sıkça arıyor ve durumum hakkında bilgi alıyordu. Ferman bana hocanın akşama doğru buraya geleceğini söyledi.

Saat 14.00‘den 18.30’e kadar 5 saat nasıl geçti? Bunu bir, Allah bilir… Bir de, ben… Ama hiç rahatlayamadım ve ayrıca ameliyat sonrası komplikasyonların etkisiyle ağrılarım gittikçe artırıyordu. Ferman durumumu doktora söyledi ve o da ağrı kesici serum takmak için bir hemşire gönderdi. Bu esnada başka bir Pakistanlı arkadaşım ve Emir EŞ hocam da ayrı ayrı ziyaretime geldiler. Onlar bana dua ve sabrı telkin etti. Ve ben de, Allah’ın huzurunda çok dua ediyordum. Sadece kendim için değil, herkes için.

Saat 18.00-20.00 arasında ağrılarım son derece artmıştı ve ağrılar yüzünden tir-tir titriyordum. Ağrı kesicinin hiç faydası olmadı. Ferman arkadaşım, durumumu görünce hemen doktoru çağırmaya gitti. Ben sürekli kabine girip çıkıyordum, belki biraz rahatlarım, diye. Ancak, artık bağırıyor, titriyor ve ağlıyordum. Fakat hiç rahatlayamıyordum.

Nihayet, bir süre sonra doktor geldi ve beni muayene etti. Karnım ameliyatın tesiriyle çok gergin durumdaydı. Doktor, bu durumda farklı bir operasyon daha yapılması gerektiğini söyleyerek hazırlıklara başladı. Allah’a andolsun, hayatımda şimdiye kadar böyle bir zor durum ile hiç karşılaşmamıştım. Allah’a çok tövbe ettim, dilimden yalnızca üç kelime çıkıyordu: Allah’ım… Annem ve babam…

Neyse ki, doktorun gerçekleştirdiği uygulama sonucunda süratle rahatlamaya başladım. Vücudumdan çok fazla miktarda sıvı çıkınca, dünyanın en büyük yükünden kurtulduğumu hissettim. Bu aşırı derece ağrıyı benden gideren Allah’ıma çok şükrettim.

Bu arada, Fütüvvet Vakfımızın çeşitli farklı gruplarından çok sayıda tanıdığım-tanımadığım kimseler, gönderdikleri mesajlarla benim için Allah’a dua ediyordu. Vallahi, bu kadar çok kişinin samimiyet ve sevgisini görünce gönlümün derinliğinden çok mutlu oldum. Allah, tüm hocalardan, Mısırlı, Pakistanlı, Türkiyeli ve vakıftaki diğer arkadaşlarımdan ve başta özellikle Ferman arkadaşım ve Emir EŞ hocam olmak üzere, herkesten razı olsun. Böyle bir zor zamanda onların tarafından verilen ilgi, teselli ve sevgi benim çok önemliydi. Onların varlığından dolayı, benim için her şey, yaşadığım tüm sıkıntılara rağmen çok rahat ve hafif geçti.

 

İşte gerçek kardeşlik buydu. Bir çoğuyla hiç tanışmadığım insanlar benim için dua ediyor, yardımcı olmaya çalışıyor, beni arıyor, ziyaret ediyor ve benim derdimle dertleniyordu.

Evet annem, babam, kardeşlerim ve aile çevremin diğer üyeleri yanımda değillerdi. Çünki durumum hakkında onları bilgilendirmemiştim. Amma, onlar kadar yakın ve onları aratmayacak kadar candan, yeni aile fertlerim yanımdaydılar. İşte “Fütüvvet” buydu…

 

JELSİN STİBEN SANCHEZ ALMANZA

    KOLOMBİYA'DAN BİR KARDEŞİNİZ... 

Öncelikle, şu anda İstanbul Medeniyet Üniversitesi'nde sistem mühendisliği programında birinci sınıf öğrencisiyim. Adım Jelsin Stiben Sanchez Almanza ve Kolombiya'dan geliyorum. Benim ailem babam Rafael Sanchez Briceño, annem Blanca Ruth Almanza Avellaneda ve küçük kardeşim Kevin Nareth Sanchez Almanza'dan oluşuyor.

Babam asker, annem ev hanımı ve bu yazıyı yazdığım 2022’nin son günlerinde kardeşim 5. sınıfı bitiriyor. Annem ve babam ülkenin farklı bölgelerinden. Annem Cundinamarca'ya bağlı La Calera’dan ve babam Boyacá’ya bağlı Bonita’dan gelmişler. Ancak biz ailecek Başkent Bogota şehrinde yaşıyoruz.  Ben de, Bogota'da doğdum ve tüm hayatım boyunca orada yaşadım. Sanırım diğer çocuklar gibi normal bir çocukluk geçirdim, aileme göre çocukken yerimde duramazdım, çok oyuncuydum ve her şeyi çok merak ederdim. Annem/babam bana küçük yaşlarımdayken kendilerine hep: “Bu nedir? Neden böyle? Nasıl böyle?” vb. diye sorduğumu anlatırlar. Ayrıca aileme göre, oldukça hayalperest biriydim ve şu anda sistem mühendisliği okuyor olsam da küçükken astronot ya da kamyon şoförü olmak istiyordum. Çünkü kamyon şoförlerinin sürekli seyahat ediyor olması ilgimi çekiyordu ve ben de aynısını yapmak istiyordum.

 Ayrıca futbolcu olmak ta istiyordum ama, ne yazık ki bu alan, çok şanslı olmanın yanı sıra, öne çıkmak için çok küçük yaşta başlamanız ve zamanınızın %100'ünü ayırmanız gereken bir kariyer. Bu yüzden okulu bırakmam gerekirdi ve tabii ki bu olmayacaktı. Sonunda okulumun son yıllarında dersine ve programlamaya ilgi duymamı sağlayan bir bilgisayar bilimi öğretmeniyle tanıştım. Bu da beni video oyunlarına ve internete her zaman ilgi duyduğum gerçeğiyle karşılaştırdı ve lisenin son yılında "Yaşam Projesi" adlı bir ders aldım (Bu bana bir kariyer seçmem ve karar vermem için araçlar sağlayan bir dersti. Örneğin bu derste öğrettikleri bir şey yani  DOFA analizidir) Sistem mühendisliği derecesini seçmeme işte bu ders neden oldu.

Yüksek öğrenimimi sürdürmek için 2021 sonbaharında Türkiye'ye gelinceye kadar tüm hayatım boyunca Kolombiya'da yaşadım.

Çocukluğumdan beri tatil için bile olsa başka ülkelere seyahat etmek benim için hep bir hayaldi. Ancak liseyi bitirmeden biraz önce internette YTB (Yurtdışı Türkler  ve Akraba Toplulukları Başkanlığı)’nin açtığı "Türkiye Bursları" adında bir üniversite programına rastladım. Amerika kıtasındaki ülkelerde çok popüler olmasa da dikkatimi çekti. Bu programla dünyanın her yerinden insanlar lisans, yüksek lisans, doktora veya araştırma yapmak için Türkiye'ye gelebiliyordu. Yurtdışında okumak için bunun iyi bir fırsat olduğunu düşündüm ve bursu kazanmak gibi bir beklentim olmamasına rağmen çok sayıda kişi başvurduğu için ben de başvurdum ve kazandım. Bursa başvururken aynı zamanda Universidad Distrital de Bogota'ya girdim ve burada bir buçuk dönem okuduktan sonra Türkiye'ye gelme bursunu kazandığım için oradan ayrıldım.

Aslında bunun, aceleyle verdiğim bir karar olduğunu söylemeliyim. Çünkü bunu sadece başka bir ülkeye seyahat etmenin bir yolu olarak görüyordum ve o zamanlar 5 yılın o kadar da uzun olduğunu düşünmüyordum. Öte yandan annem-babam o okuldan ayrılıp ayrılmamam konusunda kararı tamamen bana bırakarak, ne karar verirsem vereyim, beni destekleyeceklerini söylediler.

Henüz 16 yaşımdaydım, 24 eylül 2021’de uçakla Bogota’dan İstanbul’a doğru yola çıkarken annem için doğal olsa da, bir asker olan babamın göz yaşlarını unutamam.

 

Buradaki ilk günlerim biraz tuhaf ve bir o kadar da zenginleştiriciydi. Çünkü karşılaştığım her şey Türkiye hakkındaki ilk duyumlarımdan farklıydı. Örneğin buradaki tüm kadınların burka ve tüm erkeklerin imam kıyafetleri giydiğini sanıyordum. Ayrıca insanlar ve Türkiye nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan müslümanlar hakkında bildiğim tek şey, televizyonda gördüklerimden ibaretti. Bu da pek iç açıcı bir tablo değildi. Çok fazla şiddet, çok fazla nefret varmış. (!)

(Hatta yeri gelmişken, aslında aşağıda tanıtacağım Emir Hocamla yazın vakfın balkonunda otururken, sohbet sırasında kendisi bana: “Sevgili Jelsin, sana kişisel görüşünü sormuyorum. Çünkü yaşın küçük olduğu için yeterli bilgiye sahip olmayabilirsin. Ama geldiğin coğrafyadan bakılınca İslam denildiğinde insanların aklına ne geliyor?” diyerek; masa üzerinde duran kağıda büyük harflerle “İSLAM” yazıp yanına da = (eşittir) işaretini koyduktan sonra, bu kelimenin karşısına, dünyadaki genel kanaat neyse o kelimeyi, o çizginin yanına yazmamı istedi. Ben de elime kalemi alarak:”= TERRORİST!” diye yazdığımı burada anlatayım...)

Ancak gerçekle yüzleşince, burada çok kültürlü bir yerde çok farklı bir imajla karşılaştığımı belirtmeliyim. Sokaklarda tek-tük burka giyen ya da imam kıyafeti giyen insanlar görsem de, herhangi bir Kolombiyalının giyindiği gibi giyinen insanlar çoğunluğu oluşturuyordu.  Ya da bir köşede bir cami olabilirken, diğer sokakta bir diskotek görebiliyordum. Tüm bunlar ve daha fazlası Türkiye'nin, herkesin hoş karşılandığı ve din, ideoloji, milliyet veya ten rengi gibi konuların değil; artık önemli olanın insan olduğu bir yer olduğunu fark etmemi sağladı.

Ayrıca bu süre zarfında, ilk duyumlarımın tam tersi sevgi, dayanışma ve başkalarına yardım etmek için büyük bir istekle dolu insanlar olduklarını fark etmemi sağlayan iyi insanlarla, tabii ki Müslümanlarla tanışma zevkini de yaşadım. 

Ben bir yıldır buradayım ve şu ana kadar sadece olumlu kişisel deneyimler yaşadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Elbette ara sıra etrafımda motivasyonumu düşüren, üniversitede kayıt sorunları, ‘İstanbulkart’ çıkartma konusundaki zorluklar gibi, yaşadığım ortamı yeterince tanıyamamaktan ve dil bilmemekten kaynaklanan talihsiz şeyler de oldu ama, bunlar geçici durumlardı ve geçti… Bunun için çok şükrediyorum.

Tüm bu süre boyunca bana farklı şekillerde yardımcı olan ve minnettar olmayı bırakamayacağım çok iyi insanlarla tanışma şansına sahip olduğum ilk insanlar, Luisa ve Valeria idi. Aynı zamanda Türkiye'de su ürünleri eğitimi alan diğer Kolombiyalılar… Tabii ki bunlar, Türkiye’ye benden daha önce gelmişler. Bu süreçte bana eşlik ettiler, çeviri yaptılar ve her şeyi yapmam için bana yardımcı oldular. Yurda, üniversiteye, Tömer'e kayıt olmak, simkartımı ve İstanbulkart’ımı almak gibi… Çünkü açıkçası Türkçe bilmiyordum ve genellikle bu yerlerde insanlar İngilizceyi ya hiç bilmiyor ya da çok az biliyorlardı. Bunun yanı sıra onlar manevi destek vererek ve tavsiyelerde bulunarak bana çok yardımcı oldular.  Hatta birkaç defa, kendi ülkesi dışında bir ülkede yaşayan herhangi bir kişi gibi ayrılmayı ve ülkeme geri dönmeyi bile düşündüm. Bugüne kadar ikisi ile arkadaşlığımız hep devam etti ve onları ablalarım olarak görüyorum. Ayrıca onlar Noel, Mum Günü ve Yılbaşı gibi ülkemin bayramlarını birlikte kutladığım kişiler….

Öte yandan, burada kaldığım süre boyunca gerçek dost olan diğer iki kişiden biri Ammar… Türkiye'deki ilk yılımda oda arkadaşım olan bir öğrenci… Ayrıca İngilizce ve biraz İspanyolca bilmesi, hızlı bir şekilde arkadaşlık bağı kurmamızı kolaylaştırdı. O bana Türkçemde yardımcı oldu ve ben de ona İspanyolca pratik yapmasına yardımcı oldum. Ayrıca birimiz hastalandığında birbirimizle ilgilendik. Diğer kişi Salih… Yurtta düzenlenen bir partide tanıştığım Afganıstan’lı bir arkadaş. İngilizce konuşuyordu ve çok yakın olmasak da kısa sürede arkadaş olduk, Ramazan gelene kadar biraz daha yakınlaştık ve beni Emir Hoca ile ilk kez tanıştığım Fütüvvet vakfı’nın düzenlediği bir iftara o davet etti. Yazın ilerleyen günlerinde yurttaki yeni oda arkadaşım artık, Salih'ti. Böylece iyi arkadaş olduk ve Salih, beni şimdilerde ikinci ailem olarak gördüğüm ve tüm yaz mevsimini birlikte geçirdiğimiz insanlarla tanıştırmak üzere Fütüvvet Vakfı ofisine götürdü.

Kutladığımız ve kendileriyle tanışma fırsatı bulduğum İftar sırasında, Katolik olmama rağmen bana kendilerinden biri gibi davrandılar ve beni dışlamadılar. Ve bu, çok minnettar olduğum bir şey oldu. Daha sonra yaz ayları boyunca Fütüvvet Vakfında "Çalışma" şansım oldu. Bu süre zarfında Bahtiyar, Uveish, İlyas, Server ve tabii ki manevi babam olarak gördüğüm Emir hoca gibi kişilerle ve iyi arkadaşlarla birlikte çalıştım. O, ilk tanıdığım andan beri bana elinden gelen her şeyde yardımcı olan ve hasta olduğumda bizzat hastaneye gelerek bana yardım eden biri.

 Ayrıca, o arkadaşlarla geçirdiğim birkaç ay sayesinde Türkçemi çok geliştirebildim. Çünkü orada hep Türkçe konuşuyorduk ve vakfa her zaman misafirler geliyordu. Tabii ki onlarla Türkçe konuşuyorduk. Bunun yanı sıra, iş saatinden sonra her zaman dondurma yemeye gitmemiz, yaz aylarından keyif almamın ayrı bir yönünü oluşturuyordu.

Vakıf sayesinde İstanbul dışında Konya, Eskişehir ve Bursa gibi diğer şehirleri de gezme ve tanıma fırsatı buldum. Ancak bozuk plak gibi konuşuyor olsam da, tüm bu güzel deneyimleri yaşamama imkan sağladıkları için onlara minnettarım.

Öte yandan, bahsetmem gereken bir şey de, hiç de kolay olmayan ve hatta çoğu zaman başaramayacağımı düşündüğüm Türkçe öğrenme sürecim. Benim gibi İspanyolca konuşanlar için, Türkçe çok zor bir dil. Çünkü Türkçe ve İspanyolca arasında neredeyse hiç ortak kelime yok ve ayrıca Türkçe ve İspanyolca'nın, hatta İngilizce'nin mantığı da birbirine zıt…

İspanyolca ve İngilizcede önce özne, sonra fiil ve son olarak da tümleç gelir. Türkçede ise önce özne, sonra tümleç ve son olarak fiil geliyor. Bu yüzden bir dilden diğerine geçerken çok zorlandım. Birçok harfin telaffuzunun çok zor olduğundan bahsetmiyorum bile. Ama sonunda başarmamda vakıfta geçen sürecin ve bu arkadaşların önemli katkısı olmuştur.  Ancak, daha öğrenecek çok şey olmasına rağmen, en azından şimdi birileriyle Türkçe konuştuğumda bana söylediklerinin çoğunu anlayabiliyorum.

Son olarak geleceğimle ilgili düşüncelerime temas etmek istiyorum. Mezun olduktan sonra elbette ülkeme döneceğim ve işlerin nasıl yürüyeceğine bağlı olarak hareket edeceğim. Ya ülkemde kalıp çalışacağım, ya çalışmak için Türkiye'ye dönecek ya da başka bir ülkeye yerleşeceğim. Düşündüğüm tek şey, herhangi bir ülkeye tamamen yerleşmeden önce, -bu yazımın başında belirttiğim gibi çocukluk tutkularımın nüksetmesi sonucu,-  birçok ülkeyi gezmek istediğim ve kendimi daha rahat hissettiğim yerin, sonunda yerleşeceğim yer olacağı…

Ama yine de bilemiyorum… Hayat çok belirsiz ve her zaman değişiyor…

 

Züleyha ALAT

 

Sosyal medya temelde kullanıcıların kendilerine aynı görüşleri paylaştıkları sanal bir çevre (İNG. virtual community) edinmeleri ve sanal varlıklarını bu çevrelerde sürdürmeleri prensibine bağlı olarak çalışır. Ticari işletmeler bağlamında bu işlev ürünü alıcıya tanıtma bağlamında çok yüksek kar sağlasa da ticari amaç taşımayan kullanıcılar için olay farklı bir boyut kazanır. Pazarlayacak ticari ürünleri olmayan bilinçsiz kullanıcılar şahsi hayatlarını veya yeteneklerini geçerli para birimi beğeni, yorum ve paylaşma olan bu sektörde pazarlığa açıyor. Bu durum görünürde kazandırmadığı gibi kaybettirmeyen bir eylem olarak tanımlanırsa da aslında paha biçilemeyecek insan yaşamına aldığı beğeni sayısını değer biçmekten farksızdır. Bu durumun bir sonucu olarak gerçek ve sanal kimliği birbirine kaynaşmış kullanıcılar sosyal medyadan beklediği düzeyde ilgi ve kabul alamadıklarında içlerine kapanıyor ve kendilerini değersiz hissediyor. Dahası sosyal medya, olayın olumsuz seyri değişmediği takdirde stres, kaygı ve depresyon gibi insanın iç dünyasını sarsan depremlerin tetikleyici unsuru haline geldi ve bu bağlamda bireyi hem gerçek toplum hem de sanal toplumdan soyutluyor ve aidiyet krizlerine neden oluyor.

 

 

Medine AKMAZ

 

YOLCULUK...

 

Bir hüzün bulutu gibiydi yeryüzü.

Güneş bir başkaydı, sanki ağlamaktan bitkin düşmüştü.

Gizlenmeye çalışıyordu küçük bir kız çekingenliğiyle.

Yağmur piyanonun tuşlarına hafifçe dokunan bir el gibi sessizce yağıyordu.

Dokunsan incinecekmiş gibi hassastı, hüzünlüydü...

Bir tek toprak mutluydu.

Yıllardır beklediği sevdiğine kavuşmuş gibiydi.

Küçük bir çocuğun gülüşü kadar güzeldi toprağın rengi.

Belliydi bir matem havası vardı.

Bir sela sesi yükseliyordu yeşil kubbeden gökyüzüne doğru.

Aslında her zaman duyardı bu mısraları ama hiç bu kadar dokunmamıştı yüreğine.

Duyuyordu ama inanamıyordu kulaklarına.

Kulaklarım beni aldatıyor diyordu kendi kendine...

Boğazında bir şey düğümlenmişti.

Kendini uzay boşluğunda nefessiz kalmış gibi hissediyordu

Gözleri yağmura eşlik ediyordu

Ya yüreği...

Soğuk bir kış günü gibiydi.

Dokunsan küle çevirecek kadar etkileyici.

Bir o kadar da masum ve ürkek..

Bir anda değişivermişti her şey.

Hani kurduğu onca hayal... daha çok şey yapacaktı.

Daha ne yapmıştı ki hayatta.

Yeni ev, yeni araba, yeni telefon, yeni bir dil öğrenmek, yüksek lisans yapmak...

İnsan yaşlanınca ölmez miydi, Ölüm sadece yaşlılar için değil miydi?

O daha çok gençti halbuki

Hep öyle duymuştu çünkü

Ne yapacaktı şimdi?

Sonra kılarım dediği namaz, sonra tutarım dediği oruç...

Her seferinde ertelediği, tövbe etmediği onca günah...

Bir yolu olmalıydı diyordu kendine,

Unutuyordu tek gidişlik bilet olduğunu.

Halbuki ne çok derdi dünyaya bir kere geliyoruz diye.

Dünya hayatının kölesi olmuştu.

Haykırıyordu sadece bir defa daha şans verin diye...

Halbuki daha önce de söz vermişti.

Rabbim dünya da sadece sana kulluk edeceğim demişti

Keşke hatırlasa...

Yine dünyanın toz pembe hayallerine aldanmıştı,anlıyordu.

Utanıyordu, pişmandı, yalnızdı...

Ama bu seferki yalnızlık çok farklıydı.

Hani serveti, eşi – dostu... Nerde?

Dostluklar kötü günler için değil miydi?

Hani ölümüne kardeşiz diyen dostları, nerede?

Anlıyordu yanılmıştı.

Kapkaranlıktı her yer ne ses ne seda vardı.

Bembeyaz bir örtüye bürünmüştü sadece.

Onca malı mülkü varken sadece bir bez parçası mı ona aitmiş.

Hani onca haksızlık yapıp biriktirdiği o serveti nerde.

Düşündü para her kapıyı açar demişlerdi şimdi de açar mıydı?

Göz yaşlarına hakim olamıyordu, içten bir keşke dedi keşke...

Titriyordu belki hayatında ilk defa böyle olmuştu.

Hiç inanmamıştı ki bir gün yaptıklarının hesabını vereceğine.

Neden fani dünya dediklerini tam olarak şimdi anlamıştı.

Daldı derin düşüncelere söyleniyordu kendi kendine

Düşünemedim bir gün benimde kapımı çalacaklar...

Kalk ey ademoğlu yolculuk başladı diye.

Utanıyor ve korkuyordu bu sesi duyunca.

Şimdi hangi dostunun kapısını çalacaktı.

Anımsar gibiydi sanki insanın tek dostu Allah’tır .

Küçükken yalan yanlış ezberlediği şeyleri mırıldandı.

Çünkü korkusunu öyle gidereceğini sanıyordu.

Dünyadayken bir kere bile açıp okumadığı ayetlere sığınmıştı.

Anlamını bile bilmiyordu.

Başladı ilk imtihanı...

Bir şeyler soruyorlar ama bir türlü anlamıyordu.

Bilmiyorum diyordu titreyerek.

Duymuştu belki bir kaç kelime ama onları da söyleyemiyordu.

Sıktıkça sıktılar onu bağırıyordu hatta ağlıyordu...

Dışardaki ayak sesleri de kesilmişti artık.

Tek başına kalmıştı yine.

Ömür dediğin neydi?

Bir ezan ile başlayıp bir sela ile biten zaman mıydı?

Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığı o ömür,

Gözl?rin önünden bir manzarayı izler gibi geçip gitti tüm hayatı.

Soğuk, sessiz ve karanlık bir maziye daldı.

Ansızın bir el omzuna dokundu, gözlerini açtı.

Geldik diyordu otobüs şoförü ininiz.

Sevinçten ağlamaya başladı ölmemişti.

Ya gördükleri bir kabus muydu, olamazdı.

Rabbim dedi sen ne yücesin, ne merhametlisin beni kurtuluşa erdirdin.

Göz yaşları sel olmuştu...

Şükürler ,tövbeler düşmüyordu dilinden.

Allah onu hakiki yola davet ediyordu.

Hiçbir davet bu kadar güzel olmazdı dedi.

Anladı ki asıl yolculuk vaktine her an hazır olmalıydı

Fani yolculuktan ebedi ve ezeli yolculuğu öğrenmişti.

 

 

Rüveyda ÇELEBİ

GİRİŞ

Sözlükte ‘genç, yiğit, cömert‘ anlamına gelen, Arapça fetâ kelimesinden türeyen ve başlangıçta tasavvufi bir mahiyet taşımayan fütüvvet, 13. yüzyıldan itibaren içtimaî, iktisadî ve siyasî bir yapılanmaya dönüşmüştür. Kavram olarak ise fütüvvet, “Genellikle başkasını kendine tercih etmek, engin bir mürüvvete sahip olmak.” demektir. Sözlük anlamıyla birlikte fütüvvet kavramı, tasavvuf çevrelerinde, diğerkâmlık, cömertlik ve şefkati de içine alan bir terim olmuştur. Bu özellikleri taşıyanlara ise ‘fetâ (yiğit, cesur, cömert)’ denir.

Aşağıda fütüvvet kavramının içerdiği bazı kavramlardan bahsedilip edebi metinlerle sunumu yapılmıştır.

 

GENÇLİK

‘Gençlerin yetişmesine önem veriniz çünkü bu yolda en küçük ihmal ülkenin yapısını ve geleceğini yok eder.’ Aristoteles Gençlik: Çocukluktan erginlik çağına bir geçiş ve bağlayıcı bir köprüdür. Gelişme ve buluğ çağına hazırlık dönemidir. Topluma katılım öncesi bir zaman dilimidir. Kendi benliğini ve özgürlüğünü kazanmaya bir hazırlık aşamasıdır. Aile ortamında başka ortamların dışına çıkmanın yaşandığı bir çağdır. Hayatta birlikte olacağı arkadaşlarına karşı meyillerin oluştuğu ve geliştiği bir süreçtir.

Kendine özgü değerler oluşturmanın ve bu değerleri şekillendirmenin yapıldığı bir dönemidir. Amaç ve hedeflerin belirlendiği ve oluşturmaya çalışıldığı ilk adımlarıdır. Gençlik İle İlgili Gerçek Bir öykü İstanbul’daki bir üniversitenin yöneticileri çok ünlü bir ekonomisti bir konferans vermesi için davet etti. Ekonomist, yoğun işlerine rağmen gençlere çok önem verdiği ve birikimlerini onlara aktarmanın bir ülke görevi olduğuna inandığı için çağrıyı kabul etti. Konferansın günü ve saati belirlendi. Üniversite yönetimi konferansı öğrencilerine on gün önceden başlayarak devamlı duyurdu.

Okulun her tarafına afişler asıldı. Ayrıca öğretim görevlileri derslerde öğrencilere konferans gününü anımsatıp katılmalarını önerdi. Ünlü ekonomist işini çok ciddiye alan bir insan olduğu için gençlere anlatacağı konularda hazırlık yaptı. Konferans günü de zamanından önce üniversiteye geldi. Konferans salonuna kendisini davet eden öğretim görevlisiyle gittiklerinde her ikisi de önce şaşırdı, sonra da üzüldü. Çünkü salonda topu topu 11 öğrenci vardı. Buna rağmen ünlü ekonomist hiçbir komplekse kapılmadan kürsüden indi, gidip öğrencilerin arasına oturdu. Konferansı sohbete dönüştürerek görüşlerini açıklamaya başladı. Aynı gün, aynı saatte, aynı üniversitenin büyük salonunda ise bir başka toplantı vardı. Konuşmacı televizyonlarda sık sık boy gösteren, aşkları meşkleriyle çok popüler bir kadın şarkıcıydı. Tabii tahmin edileceği gibi salon tıklım tıklımdı. Koltuklar yetmediği için öğrencilerin büyük bir bölümü kadın şarkıcının tam bir geyik muhabbeti olan konuşmasını ağızlarının suyu akarak ayakta dinledi. Konuşma bitince kadın şarkıcıyı bırakmayan öğrenciler arka arkaya soru yağdırdılar. Soruların çoğu abuk sabuktu. Kadın şarkıcı bu tip sululuklara alışkın olmasına rağmen yine de bazı sorulara çok kızdı, öğrencilerin bir kısmını azarladı. Büyük salondaki bu toplantı coşkulu alkış ve sevinç naralarıyla sona erdi. Kadın şarkıcı bu kez de fotoğraf çektirmek için birbirini çiğneyen öğrencilerin arasında kalıpezilme tehlikesi geçirdi. Duruma kadın şarkıcının korumaları müdahale etmek zorunda kaldı.

Aynı üniversitede, aynı saatlerdeki bu iki etkinliği bana anlatan dostum ünlü ekonomisti davet eden öğretim görevlisiydi. ‘Utandım, rezil oldum. Bir daha mı birini çağırmak, tövbeler olsun’ dedi. Üzülmemesini söyledim. Hemen bütün üniversitelerde aynı manzaraların yaşandığını anlattım. Bugünün gençleri çoğunlukla ciddi konularla pek ilgilenmiyorlar. Onların ilgilerini geyik muhabbetleri ile havadan sudan konular çekiyor. Geçenlerde 20 bin öğrencinin okuduğu bir üniversite kampusundaki büyük kitabevini gezerken görevlilere ‘Günde kaç kitap satıyorsunuz?’ diye sordum. Aldığım yanıt gerçeğin özünü ortaya koyuyordu: ‘Çoğunlukla günde 10 kitap satıyoruz. Pek nadiren bazı günler bu rakam 20 oluyor. Buna da şükür.’ Çoğunluğu kitap okumayan, ülke sorunlarına fazla ilgi duymayan ve bu konularda sorumluluk taşımaktan hoşlanmayan bir gençlik...

Kitap satıcısının dediği gibi; ‘Buna da şükür.’

 

YİĞİTLİK

 

‘Yetmiş milyon gül dalı. Bu yurt Türk’ün öz malı, yine Türk’ün kalmalı, diyen yiğit dilleriyiz.’ Yiğitlik: Yiğit olma durumu, yiğitçe davranış, yüreklilik, cesaret anlamlarına gelir. Kahramanlık Hikayelerinden;

“Bir Yiğit” Genç teğmen albayın odasına girdiği vakit binbaşısını da orada buldu. Binbaşı, onu görünce: “Gel oğlum!” dedi.

Ve albaya dönerek: “İşte efendim, o iş için en evvel aklıma gelen yiğit. Kendisine her bakımdan güvenebilirsiniz.” sözlerini söyledi.

Albay, delikanlıyı dikkatli dikkatli süzerek: “Bana bak evlât!” diye konuştu. “Yarın sabah erkenden düşmana taarruz edeceğiz. Fakat bir gönüllü casus bize düşmanın yedek cephanesinin geçici olarak depo edildiği bir kuleyi bildiğini, istersek bize yol göstereceğini söylüyor. Kumandan paşa hazretleri bu cephanenin hemen havaya uçurulmasını emir buyurdular. Binbaşın bu iş için bana seni tavsiye ediyor. Nasıl, ne dersin, becerebilir misin?”

“Elbette,albayım.”

“İşin pek zor, pek tehlikeli olduğunu, yakayı ele verirsen kurşuna dizilmenin muhakkak olduğunu da biliyormusun?

“Elbette…Hattâ bu iş için beni lâyık gördüğünden dolayı binbaşıma minnettarım.”

“Evli misin çocuğun falan var mı?”

“Hayır, albayım, bir annemle küçük bir kızkardeşim var.” “İnşallah başarıp da selâmetle gelirsin ya, şayet gelmezsen bile onlar için merak etme… Hiç merak etme. Dinamit hakkında bilgin var mı? Lâğım tertibini bilir misin?”

“Elbette, albayım.”

“Haydi, öyleyse, Allah işini rast getirsin oğlum.”

Albay teğmenin elini sevgiyle sıktı, binbaşıya döndü:

“Haydi, kendisini kılavuzla görüştürün, lâzım olan şeyleri verin de yola çıksınlar.” dedi.

Genç teğmen binbaşı ile görüşüp onun tembihlerini de aldıktan sonra, dönmediği takdirde annesine gönderilmek üzere, bir veda mektubu yazıp teslim etti. Sonra kılavuzu —orta yaşlı bir Laz uşağı— ve gerekli malzemeyi alarak yola çıktı. Gece iyice inmiş, kuru bir rüzgâr, keskin keskin etrafı tırpanlıyordu. Teğmenin ruhu ise sıcak mı sıcaktı. Senelerden beri beklediği görev fırsatının bu kadar parlak bir şekilde doğmuş olmasından dolayı büyük bir mutluluk duyuyordu. Kılavuz ona çetrefil lisanı ile izahat veriyor; bu çevrelerde kaçakçılık ettiklerinden etrafı, yolları karış karış bildiğini, kendisine güvenmesini, hiç korkmamasını, mutlaka başarıya ulaşacaklarını söylüyordu.

Korkmak mı? Niçin korkacaktı? O sadece bir kuleyi değil bütün bir kâinatı havaya atacak kadar ruh kaynaması ve iman ateşi ile doluydu. Okulda tarih derslerinde bozgun ve yenilgi bahislerinde ruhu hep böyle bir emelle sızlamamış mıydı? “Ah bana da bir görev sırası gelse!” diye çırpınmamış mıydı? Savaş daha yeni başlamış olduğu halde, ümidinin pek üstünde olarak, kader bütün arkadaşları arasında yalnız kendisine böyle kutsal bir görev için tebessüm etmişti. Memleketine, milletine böylesine faydalı olmak ihtimali ortada iken şimdi neden ve ne için korkacaktı? Onda Türklüğün geleceği hakkında sonsuz bir zafer ümidi vardı. Ona göre Türklüğün bugünkü ideali sadece görevini yerine getirmek değil, bütün dünyanın hayran kalacağı yeni kahramanlıklar icat etmekti. Yüzyıllardan

beri türlü haksızlıklar ve musibetlerle ezilmiş olan milletinin alnını yeniden göklere yükseltmekti. İçinden: “Ama bunun için fertler feda olacakmış, varsın olsunlar. Millet geliştikten, ilerledikten, yükseldikten sonra Ötesinin ne önemi olur?” diye düşünüyordu.

Bir saat kadar yürüdükten sonra kılavuz onu bir ormana soktu. Bir buçuk saat kadar da ormanda yürüdüler. Sonra ormanın kenarındaki fundalıklı bir bayırdan tırmanarak bir tepeye çıktılar. Sınıra yaklaşıyorlardı. Kılavuz ona çok sarp bir yarın gövdesinde kaçakçıların yapmış olduğu merdivenimsi pek gizli bir geçitten geçerek sarp sınırı aşacaklarını, böylece sınır karakollarının tehlikesinden kurtulacaklarını söylemişti. Şimdi bu yarın önünde idiler. Bin bir zorlukla, her saniye ayakları kayıp paramparça olmak tehlikesinin pençesinde kıvranarak, çalıların çırpıların yardımıyla, dik merdivenlerden çıktılar. Tepeye vardıkları vakit kılavuz, öbür tarafta vadinin karanlıkları içinde tek tük ışıldayan birkaç ışık gözü göstererek: “işte oraya ineceğiz… Fakat nöbetçi kollarına rastlamamız ihtimali vardır. Aman dikkat!..” dedi.

Artık tam bir ihtiyatla, iki dakikada bir durup yanı yöreyi dinleyerek yürümek lâzım geliyordu. Yirmi dakika kadar da böylece yürüdüler. Birden kılavuz heyecanla onun kolunu tuttu:   “Aman, yere yat…” diye fısıldadı. Hemen yere uzandılar. Yanlarında taş kümeleri vardı. Onların bir kenarına büzüldüler.

Yirmi beş metre kadar uzaktaki yoldan bir kol geçiyordu. Kol geçip gitti. Artık tepelerde kollara tesadüf etmek ihtimali bulunan yoldan değil, dört ayak yürüyerek fundalıklar arasından inmek gerekiyordu. Hayli vakit de böyle geçti. Bir an oldu ki kılavuz durarak, elli metre kadar ötede bir bina gösterdi:    “işte orası!” dedi. Beş on dakika, uzaktan binayı incelediler. Bu büyük bir kaya üzerinde inşa edilmiş yüksek bir şeydi. Sürüne sürüne daha yakınına vardılar. Her köşesinde bir nöbetçinin bulunduğunu gördüler. Nöbetçilerden her biri bir boydan bir boya gidip gelerek görevlerini büyük bir dikkatle yapıyorlardı. Ancak bu gidiş gelişler muntazam değildi. Yani her seferinde birbirleriyle karşılaşmıyorlardı.

Teğmen hemen tertibi kurdu. Şimdi bir köşeye yaklaşacak, oradaki nöbetçinin, yalnız olduğu bir sırada, üzerine atılacak ve sesini çıkartmadan işini bitirecekti. Bu iş olunca öteki yandakinin sesini kesmek nispeten daha kolay olacaktı. Böylece nöbetçiler ortadan kaldırılınca köşelerden birine bombayı koyup ateşlemek işten bile değildi. Şimdi nöbetçiye beş adım yaklaşmıştı. Onun tam yalnız bulunduğu bir saniyede elindeki bıçağı gırtlağına daldırmak bir anlık bir iş oldu. Bu bitince bin bir ihtiyat ve dikkatle öteki nöbetçileri de aynı şekilde gırtlakladı. Hemen köşenin ayak tarafındaki taş basamaklara basıp kulenin ilk katı hizasına yükseldi. Orada yoklaya yoklaya eliyle bulduğu mazgala, tıpası on dakika üzerine kurulmuş bombayı koymak ve sonra uzaklaşarak ileride bekleyen kılavuzun yanına varmak için yarım dakika yetti.

“Çabuk, çabuk olalım…” dedi. İkisi de, geldikleri gibi, yüzükoyun uzaklaştılar.

Ah şimdi, şimdi, cehennemi andıran bir ateş sütunu, bir yanardağ patlayışı gibi, havaları yıldırımlarla yakıp tutuşturarak, belki bütün kâinatı gök gürleyişi gümbürtüleriyle sarsarak yükselecek darbeyi bekliyordu. Fakat dakikalar geçip hiç bir ses şada çıkmadığını görünce derin bir endişeyle harap olmaya başladı. Demek ki tıpa ya iyi işlememiş yahut da koyduğu bomba düşman tarafından bulunmuştu. Tıpanın işlememek ihtimali binde beş derecesinde olduğuna göre asıl korkulacak ihtimal onun koyduğu yerin düşmanlarca fark edilmiş olmasıydı. Eğer böyleyse ve kaldırılmışsa demek etraf velveleye verilmiş olacaktı. Kılavuz: “Aman, öyleyse çabuk, çabuk uzaklaşalım!” dedi. Kahrından içi içini yiyerek uzaklaşmaya başladı. Fakat niçin, niçin bu işi başaramamıştı? O kadar tehlikeleri aşıp buraya kadar yaklaştıktan sonra böyle hiç bir “Ya sahiden tıpa işlememişse?” diye soran bir burgu sanki içini delmeye başladı. Demek ki bu kadarcık bir işi beceremeden geri dönecekti? Hiç olmazsa yeniden ateşlemek gerekmez mi? Fakat… Fakat yakalanmak ihtimali var, değil mi? Ah, demek ki korkuyordu! Bugün ki, geleceklere gurur verecek yüce fedakârlıklar yaparak ebedileştirecek bir gündü ve işte kendisi demek ki korkuyordu; görevini tamamlamadan geriye dönüyordu! Kendinden iğrenir gibi oldu. Silkindi, durdu:   “Hayır, hayır, ben

döneceğim, tıpanın niçin işlemediğini mutlaka anlayacağım…” dedi. Kılavuzun ısrarını, yalvar-yakarını dinlemeden onu orada bırakıp döndü. Tekrar kuleye yaklaştığı vakit orada büyük bir hareket ve telaş olduğunu gördü. Şüphesiz bu işi yapanı arayıp yakalamak için süvari kolları hazırlanıyordu.  Derin bir elem içinde: “Eyvah..” diye inledi. Fakat bu “eyvah” kendisini düşündüğünden, yakalanmak ihtimalinden ileri gelmiyordu. Hiçbir şey yapamamış olmasının verdiği eziklik onu bitiriyordu. Bu kadar beceriksiz olduğu için kendi kendisine lanet ediyordu. Öylesine bir üzüntüye kapılmıştı ki artık yakalansa da kendisi için bunun hiç bir önemi yoktu. Memleketine ve milletine bu kadarcık bir hizmeti olsun yapamadıktan sonra artık yaşamasının ne manası kalıyordu? Araştırma kolları on dakika sonra teğmeni yakalayıp büyük rütbeli bir subayın yanına götürdüler. Bu subay kötü bir Fransızca ile onu sorguya çekti. Teğmen işini asla inkâr etmedi. Nöbetçileri kendisinin öldürdüğünü, dinamiti kendisinin yerleştirdiğini itiraf etti. Yalnız, başka arkadaşı olup olmadığını sordukları vakit kılavuzu olsun takip edilmekten kurtarmak için buraya tek başına gelmiş olduğunu söyledi.

Subay, kapının dibinde ayakta bekleyen öteki iki küçük rütbeli subaya bir şeyler söyledi. Onu alıp dışarı çıkardılar. Avluda yüksek sesle emirler verildiğini işitti. Onu bir kapıdan çıkararak bahçeye götürdüler. Oradaki subaylardan biri kendisine bir mendil uzattı. Bunu görünce işin ne olacağını anladı. Ve mendili elinde tutarak ciddi ve metin bir halde ayakta bekledi. Ve el fenerinin uğursuz aydınlığında bu uğursuz işi süratle bitirip çekilmek isteyen Moskof subayları, tüfekler patladığı vakit genç Türk subayının:   “Yaşasın Türklük!..”  Diye haykırarak yere düştüğünü gördüler...

Mehmet RAUF

 

 

 

Vefa İle İlgili Bir Hikaye:

Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derler ki

-Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.

Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:

-Söyledikleri doğru mu diye sorar.

Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer:-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.

Bunun üzerine genç anlatmaya başlar,derki :

-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadaşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret,dedi. Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin…

Bu sözden sonra delikanlı söz alarak: -Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah indinde sorumlu olursunuz, bana üç gün izin verirseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum der. Hz Ömer dayanamaz derki: -Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalır ki? der,

Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,

-Bu zat benim yerime kalır, o zat Hz peygamber (s.a.v) efendimizin en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelen Amr ibni As’ dan başkası değildir. Hz Ömer Amr ‘a dönerek

-Ey amr delikanlıyı duydun, der. O yüce sahabe: -Evet, ben kefilim, der ve genç adam serbest bırakılır. Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur, Medine’nin ileri gelenleri Hz Ömer’e çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr ibni As’a verilecek idamın yerine, maktulün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.

Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki, -Bu kefil babam olsa fark etmez, cezayı infaz ederim.

Hz Amr ibni As ise tam bir teslimiyet içerisinde derki, -Biz de sözümüzün arkasındayız. Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür. Hz Ömer gence dönerek derki, -Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin. Genç vakurla başını kaldırır ve: -Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der. Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr ibni As’a derki, -Ey amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?

Amr ibni As : -Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der. Sıra gençlere gelir derler ki, -Biz bu davadan vazgeçiyoruz, bu sözün üzerine

Hz Ömer : -Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?

Gençlerin cevabı dehşetlidir : – Merhametsiz insan kalmadı demeyesiniz diye.

 

 

Vefa İle İlgili İkinci bir Hikaye

Yataktaki adam başucunda bekleyen genç doktora; Allah senden razı olsun evladım dedi. Benim için yurtdışından zahmet edip buraya kadar gelmeni yaşadığım sürece unutmayacağım. Ameliyat edilen kişi büyük bir hastenenin başhekimiydi.Tedavisi ancak yurtdışında mümkün görülen hastalığı aniden artınca doktor arkadaşları onun böyle bir yolculuğa dayanamayacağını anlamış ve kurtarma umudunun azlığına rağmen ameliyatı üstlenmeye karar vermilerdi.Fakat o konuda sayılı bir uzman olanbu genç doktor nerden haber almışsa almış ve hızır gibi yetişip onu kurtarmıştı. Yaşlı doktor kendisine yapılan bu iyiliğe nasıl mukabele edeceğini bilemiyor ve hemen yanında oturan genç adamın ellerini sıkarcasına tutuyordu.Hayata yeniden dönmenin sevinciyle hiç durmadan konuşurken:

“Ameliyat için beni bayılttığınızda her nedense geçlik yıllarıma döndüm diye devam etti. Henüz toy bir asistanken anne karnındaki bir bebeğin ayaklarından sakat olduğunu anlamış ve onu bir şekilde yaşatmaktansa öldürmeyi düşünürken kalp atışlarının duyup kıyamamıştım.O yavrunun yaşamasını istediğim için Allah seni imdadıma göndermiş olmalı.”

Genç doktor ancak bir babanın evladına karşı gösterebileceği sıcaklıkla kavranan ellerini kurtarıp biraz geriye çekildi ve dizlerinden aşağısı “takma” olan bacaklarını gösterirken;

“Allah hiçbir iyiliği unutmaz efendim.” diye gülümsedi.

“Kurtardığınız o çocuk bendim.”

 

 

ŞEFKAT İLE İLGİLİ BİR HİKAYE

AFFET BABACIĞIM

Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu.

Yine böyle bir tartışma anında eşi, bütün bağları kopardı ve ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak! diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi, bir de çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.

Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını.Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiylede bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can, Baba bende seninle gelmek istiyorum. diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. Kara kışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can, sürekli babasına; Baba nereye gidiyoruz? diye soruyor; ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor. Oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü.

Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi. O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti, içi yanıyordu; ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi, yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Canın elini tutup hızla barakayı terk etti. Arabaya bindiler. Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can Baba, sen yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim? diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında. Beni affet baba diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış çocuklar gibi hıçkırahıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!  diye hatasını belli ediyordu...

 

 

Adalet İle İlgili Bir Hikaye

YAVUZ’UN ADALETİ...

 

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferine çıkmadan önce, hazinede fazla para yoktu. Bu sebeple tüccardan borç para istendi. Bu sefer, Osmanlı devleti için çok kazançlı oldu ve hazine ağzına kadar altınla doldu. Mısırın meşhur hazineleri Yavuzun eline geçmişti. Ordu büyük bir zaferle İstanbul döndü. Yavuz Sultan Selim Han, kedisini karşılamaya hazırlanan İstanbul halkının büyük tezahüratından hoşlanmadığı için, şehre bir gece vakti girdi. Ertesi gün defterdara, borç para alınan tüccarlara, hemen borçlarının ödenmesi emrini verdi.

Hemen bütün alacaklılar gezilerek borçlar ödenmeye başladı. Bunlardan birisi vefat etmişti. Gayet zengin olan bu tüccardan alınan borç para ise, bütün servetinin çok az bir kısmına tekabül ediyordu. Defterdar, hemen padişaha bir takrir yazarak, vefat eden tüccarın çocuklarının, bu kadar bir paraya ihtiyacı olmadığını belirterek, bu miktarın hazineye kalmasını teklif etti. Tamamen kul hakkı olan bu teklif padişahın hoşuna gitmedi ve defterdar tarafından sunulan kağıdın baş tarafına kendi eliyle. Mevtaya rahmet, malına bereket, çocuklarına afiyet, bu kağıdı gönderene lânet cümlesini yazdı ve o defterdarı da derhal azletti.

 

Ferâset İle İlgili Bir Hikaye...

ÇOBANDAKİ FERASET VE MARİFET...

Abdullah bin Mübarek (rah) bir gün Medine dışında seyahat ediyordu. Yolda koyun otlatan genç bir çoban gördü. Gence acıdı. Bu zavallı genç, çocuklukta cobanlık yaparsa büyüyünce Allah Teala’nın ibadet ve marifetini nasıl öğrenir, diye düşündü ve kendi kendine, ????????Gideyim, ona Allah Teala’yı tanıması için bazı şeyler söyleyeyim, bir kaç mesele öğreteyim deyip genç çobanın yanına geldi.

Ona selam verip tanıştıktan sonra, Evladım, Allah Teala’yı bilir misin? diye sordu. Çoban, Kul sahibini nasıl bilmez? dedi. Abdullah bin Mübarek, Allah Teala’yı ne ile nasıl tanıdın, kim öğretti? diye sordu. Çoban, Bu koyunlarımla tanıdım dedi. Abdullah bin Mubarek, Bu koyunlarla O????????nu ne şekilde tanıdın ki? diye sordu. Çoban, Düşünsene, bu bir kaç koyun sahipsiz ve çobansız olmaz, olan da bir işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyacak birisi lazımdır. Bundan anladım ki kainat, insanlar, cinler, hayvanlar, diğer canlılar ve şu üzerimde uçan kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Hem bunlar kendi kendine olmaz. Şu alemde ki binlerce çeşit varlıkları yaratan, koruyan, kollayan, hepsine gücü yeten biri vardır. Bu Allah Tealadan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allah Teala’nın varlığını böylece bildim dedi. Abdullah bin Mübarek, Allah Teala’yı nasıl bilirsin? diye sordu. Çoban, Onu hiçbir şeye benzetmeden bilirim dedi.

Onun hiçbir şeye benzemediğini nasıl bildin? diye sordu. Çoban, Yine bu koyunları düşünerek böyle olduğunu bildim dedi. Abdullah bin Mübarek, Nasıl düşündün? diye sordu. Çoban, Şöyle düşündüm: Ben bu koyunların çobanıyım, onları sevk ve idare ediyorum. Bakıyorum, ne onlar bana benziyor, ne de ben onlara. Bundan anladım ki, bir çoban koyunlarına benzemezse, bütün varlıkların sahibi olan Allah Teala da kullarına benzemez dedi. Abdullah bin Mübarek, Güzel, doğru söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? diye sordu. Çoban, Ben bu sahralarda, nasıl ilim tahsil edebilirim ki dedi. Abdullah bin Mübarek, Peki, bu ferasetle başka ne öğrenmişsin? diye sordu. Çoban, Yüce Allahın yardımı ile üç çeşit ilim öğrendim. Bunlar gönül ilmi ve beden ilmidir dedi. Abdullah bin Mübarek, Bunlar nelerdir? diye sorunca, genç çoban şöyle açıkladı. Gönül ilmi şudur: Allah bana kalp verdi. Orayı kendisine muhabbet ve marifet yeri yaptı. İstedi ki bu kalp ile O????????nu bileyim, tanıyayım ve seveyim.

Ayrıca Onun sevdiklerini de seveyim, sevmediklerine kalbimde yer vermeyeyim, onlardan uzak kalayım. Dil ilmi şudur: Allah bana dil verdi. Bu dilimle kendisini zikretmemi, adını anmamı ve nimetlerini anlatmamı istedi. Dilime kötü sözü yasakladı. Beden ilmi şudur: Yüce Allah bana beden verdi. Onunla kendisine hizmet ve ibadet yapmamı istedi. Hayırda koşmayı, kötü işlerden uzaklaşmayı emretti. Genç çobandan bunları dinleyen Abdullah bin Mübarek, işittiklerine hayret etti. Çok memnun oldu. Çobanı tebrik etti ve ona, Ey genç, senin bu söylediklerin öncekilerin ve sonrakilerin bilmesi gereken ilimdir. İlmin aslını ve herkese lazım olanı sen söyledin. Şimdi o temiz gönlünle bana bir nasihat et dedi. Genç çoban şunları söyledi. Efendi, yüzünüzden alim bir zat olduğunuz belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızası için öğrendi iseniz artık insanlardan bir şey istemeyin, onlardan bir menfaat beklemeyin. Eger din ilmini dünya kazanmak için ögrenmişseniz ahirette bir faydasını göremezsiniz, cennete giremezsiniz. Ayrıca vebali de sana kalır dedi. Abdullah bin Mübarek (rah), genç çobana dua ederek ve yüce Allaha şükrederek oradan ayrıldı.

 

Kardeşlik İle İlgili Bir Hikaye.

İKİ KARDEŞ HİKAYESİ

 

İki erkek kardeşin hikayesi, birlikte çalıştıkları babalarından kalma çiftlikte geçiyordu. Kardeşlerden biri evliydi ve beş çocuğu vardı. Diğer kardeş ise bekardı. Her günün sonunda iki kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Günün birinde bekar kardeş şöyle düşündü;

– Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de adaletli değil. Ben bekarım ve pek fazla ihtiyacım yok. Kardeşimin geniş bir ailesi var. Onun daha fazla ihtiyacı olur.

O günden sonra bekar olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye itti.

Bu arada evli olan kardeş de kendi kendine;

– Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de doğru değil. Ben evliyim, eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Fakat kardeşim yaşlandığı zaman ona bakacak hiç kimsesi yok. İlerde onun daha fazla ihtiyacı olacak.

Böylece evli olan kardeş de her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki kardeş de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar. Çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu. Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken karşılaştılar. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar. Hayat Akarken Hikayeler, kardeşlik bencilce sadece kendini düşünmek değil başkalarını da düşünmek ve kardeşçe paylaşmaktır.

Cömertlik İle İlgili Kıssa Ünlü sanat merkezlerinden birinde, çocuğun biri, vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablonun bedeli oldukça yüksektir. Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile mağazaya gider. Şanslıdır, tablo hâlâ satılmamıştır. İçeri girer, tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve:

– Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm param da bu kadar, der. Ressam bir süre düşündükten sonra resmi paketler ve çocuğa satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Mağazada ressamın arkadaşları da vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar:

– Sen ne yaptın, o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar düşük bir rakama sattın? Ressam cevap verir:

– Evet, ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim, ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim?...