Gecenin sabaha dönük yüzü, uykunun en derin, insanın en savunmasız anı. Zifîri karanlıkta zamanın dakika dakika eriyişi. Şafağın sökeceği vakit akreple yelkovanın rakamlara takılıp olduğu yerde titreyişi. Zamanın donduğu ve derin sarsıntıyla, derin sessizliğin çığlıklara karıştığı zaman dilimi. Göz açıp kapayıncaya kadar şehirlerle beraber bütün hatıraların silinip yok oluşu. İnsanların çaresiz koşuşturmaları, mahşer yeri... İnsan yüreğinin kaldırabileceği bir yük değil bu. Allah’ım kaldıramayacağımız yüklerle imtihan etme bizi. Allah insana bambaşka bir dayanma gücü ve sabır veriyor. Allah’a sığınıp, inanç ve teslimiyet limanında kendine bir hayat alanı buluyor insan. İnsan insana dayanıyor, kol kanat geriyor ve ayakta durmak ancak böyle mümkün oluyor. İnsanlar birbirlerinin yüzünde acıyı gördükçe güçleniyorlar. Bu, acının paylaşılması, yükün birazcık olsun hafiflemesi sanırım. Bir bedenin uzuvları gibi, nerede bir acı var bütün beden bu acıyı hissediyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor ama acısı bütün bir vücudu sarıyor.
Zaman; moloz ve demir yığınları içinde ağır iş makinalarının palet gıcırtıları arasında, dikkatler enkazdan gelecek bir hayat belirtisine kesilmiş. Tırnaklarıyla betonu kazan insanlar, iğneyle kuyu kazıp, samanlıkta iğne arıyorlar. Büyük acılarla umutlu bekleyiş. Acının merkez üssünde on gün böyle geçip gitti. Şimdi yaralar sarılıyor, hayat yeni bir boyutta akmaya devam ediyor. İnsanlar yaşamsal ihtiyaçlarını karşılama gayretiyle baş başa kalıyor. Ölenle ölünmüyor, hayat bir şekilde devam ediyor. Birçok insanın hikâyesi acıklı bir sonla bitti. Kalanların hikâyesine elem ve keder eklendi. Unutkanlığımızdan yararlanıp unutsak mı, yoksa unutkanlığımıza rağmen sürekli hatırda mı tutsak insan karar veremiyor. Elbette umutsuz, durağan bir çaresizlik psikolojisi içerisinde olmayacağız. Ancak kâinatın bir işleyiş şeklinin olduğunu ve bizim bunu değiştirmeye gücümüzün yetmeyeceği gerçeğini göz önünde bulundurup hatırda tutacağız. Biz unuturuz/alışırız ama devlet aklı unutmaz, unutmamalı. Yetkililerin, yetkiye talip olanların böyle bir lüksü yok, olmamalı.
Bütün bunları dile getirirken, alınacak önlemler, tedbirler, ihmaller kibirle taparcasına konuştuğumuz meseleler değil elbette. İşin metafizik boyutunu, afetin dehşetini göz ardı etmiyoruz. Güç ve kuvvet sahibi Cenabı Allah. Biz kul olarak üzerinde yaşadığımız coğrafyanın işleyişine göre hareket etmek durumundayız. Tabiatın kendi işleyiş kanunlarına uyduğumuzda teslimiyetimiz daha bir anlam kazanacak. Çokça gündeme gelen, kıyametin ortasında ayakta kalan o malum binada, bir tabağın bile yerinden kımıldamayışını bir mesaj olarak algılayıp; biz işimizi dürüst ve düzgün yaptığımızda Allah’ın ayrıca böyle mucizevi bir ödül/ders ve bir hatırlatması olarak okusak bu mesajı haddi aşan, zorlama bir okuma mı yapmış oluruz bilmem. Kıyametin ortasındaki bu fotoğrafta hesapları altüst eden, aklı aşan bir anlam yok mu?
Bu coğrafya üzerinde yaşıyoruz, türkülerimizin yükü ağır, ağıt ve hüzün yüklü türkülerimiz bizim. Bugün yarın hayat dünkü gibi devam edecekse eğer, dün olanların acıklı bir hikâyeden başka anlamı olmayacak. Sınavını bir türlü veremediğimiz derslerden bir ders olarak tarih sayfalarında yerini alacak. Hadiseler meydana geldiğinde devlet ve millet olarak yaraların sarılması için verdiğimiz emek, harcadığımız enerji elbette çok kıymetli. Bu emeği, tedbir almaya yönelik kullanmış olsaydık nasıl bir sonuçla karşılaşırdık diye yükü ve suçu hep başkalarının boynuna yüklemeden her birimizin ayrı ayrı düşünmesi gerekiyor.
Belki haddimi aşmış olacağım ama şu cümleyle bitirmek istiyorum: Bunu bir mîlat olarak alıp, önce zemini sağlam bir ahlâk anlayışı/felsefesi kurup, orada doğru malzemeleri, doğru ellerle, doğru bir biçimde kullanmak gerekiyor sanırım. İş dönüp dolaşıp eğitimde düğümleniyor. Bitirirken Mehmet Görmez hocanın şu ifadesini de eklemek isterim. “Artık binaya girmenin adabından önce bina yapmanın farzlarını konuşalım. Şehre girme duasından önce şehirler kurulurken işlenen haramları açıkça zikredelim.”