Deprem (zelzele), bir başka isimle isimlendirilmiş olaydı bu kadar ürkütücü olur muydu bilmem. İsimler mi afetleri korkutucu kılar, yoksa afetler isimlere ürkütücü bir anlam mı yükler...
Rüzgâr güzeldir mesela, berekettir; hatta çocuklarımıza rüzgâr ismi veririz, ama fırtınaya döndüğünde afet olur. Yağmur berekettir, rahmettir ama sele dönüştüğünde afet olur. Rüzgârı, yağmuru severiz ama fırtınadan, selden korkarız. Hikmetinden sual edecek değiliz, Yaradan’ın kanunları (sünnetullah) böyle işliyor. İnsanoğlu kendi koyduğu kanunlara uymadığında bir yaptırımla karşılaşacağını bilir ve ona göre davranır. Tabiatın kanunları da böyle, uyulmadığı takdirde sonuçları can yakıcı oluyor. Bir farkla ki Allah’ın koyduğu kanunları erteleyemiyorsunuz, esnetemiyorsunuz, iltimas geçmiyor. Bu, tarih boyu böyle olmuş.
Deprem (zelzele), yerin derinliklerinden gelen bir sarsıntı. Büyük ölçüde insan hayatının devamını sağlayacak kaynaklara bir zararı yok. Mesela ekili tarlalara, bağlara, bahçelere bir sel felaketinin, ya da kuraklığın verdiği zararı vermiyor. Hatta yer altının zenginliklerini yeryüzüne çıkarıyor bir anlamda. Termal sular filan… Burada bütün mesele insanoğlunun tabiatla kurduğu sorunlu ilişkiden kaynaklanıyor. Bütün bir insanlık ve canlılar olarak dünyada yaşıyoruz. Dünyanın felek içerisinde tuttuğu yere baktığımızda, bizim dünya üzerinde tuttuğumuz yeri görürüz, bir zerre bile değiliz.
Dünya var olalı üzerinde adına felaket/afet dediğimiz tabiat olayları olagelmiş. İlahi ve tarihi kaynaklar bunu söylüyor bize. Nuh (as)’a gemi yapması emrediliyor. Yusuf (as) bir rüyayı, bolluk ve kıtlık yılları olarak yorumluyor ve yedi bolluk yıllarında tasarruf yapıyor; ambarları, siloları tahılla dolduruyor, kıtlık yıllarında da dağıtıyor. Nuh (as) “en yüksek dağa çıkarım gemi yapmama gerek yok” diyebilirdi, öyle demedi, gemi inşa etti. Oğlu ise kibrinin karşılığını buldu. Dağ da Allah’ın, tufan da. Yusuf (as) yedi bolluk yılı bir nimet bildi, israf etmedi, savurganlık yapmadı onu kötü günlere bir hazırlık safhası olarak gördü ve kıtlık yıllarında darlık çekmedi. Allah yarattığı kulun rızkını verir, onu tufandan nasıl olsa korur diye eşyanın tabiatına aykırı bir durum sergilemediler. Elbette Allah yarattığı kulun rızkını verir, onu tufanlardan korur, ama işte böyle koruyor. O peygamberler buna inanmıyorlar mıydı? Sünnetullah böyle işliyor. Tabiatla yaşamak istiyorsan tabiat o imkânı sunuyor, ama tabiatla savaşmanın sonu yok.
“Ülkemiz bir deprem bölgesi” çok sık duyduğumuz bir cümle bu, ama zihinlerimizde kısa bir misafirlikten sonra silinip gidiyor. “İnsan nisyan ile maluldür”, “unutmak nimettir”, “tedbir takdirin önüne geçemez” filan bunlar bu yazının konusu değil. Ama şunu biliyoruz; takdir, tedbire engel değildir. Deprem kuşağında oluşumuza takdir diyelim biz, tedbirli olmayışımıza ihmal. Tedbir için nelerin, nasıl yapılacağı da bu yazının konusu değil ama şunu söyleyebiliyoruz; eşyaya, tabiata bakışımız ve onlarla ilişkimiz, ince çizgi bu. Anadolu’da o kadar kıraç topraklar varken bu kadar insan bu bölgeye niye yığıldık, neden çıkamıyoruz? Bursa’nın adam bitecek ovalarını neden beton yığınlarına çevirdik, kendimize nasıl bir gelecek hazırlıyoruz, ya da nasıl bir son tasavvur ediyoruz? Beynimizi akbabalar gibi gagalayan sorular… Bir inşaatta yüzde beşe tamah edip kaçıran ve ona göz yumarak insanların ölü bedenleri üzerine gelecek inşa eden hastalıklı zihniyet, nerede neşvünema buldu? Ya da bir kat fazla atmak için dokuz takla atan zihniyet. Toplum olarak tek tek sorumluluklarımız var. Sanırım iş dönüp dolaşıp eğitimde düğümlenecek. İhmallerimiz üzerine bir gelecek kuramayız. Kursak da vakti zamanı gelince yıkılıyor. Bütün bir geçmiş yok oluyor, hatıralar enkaz altında kalıyor, hikâye acıklı bir sonla bitiyor.
Aramızda açılan suni fay hatlarını, Doğu Anadolu fay hattı kapatacak sanırım, umudumuz bu. Küllerimiz üflenince nasıl için için yandığımız ortada. Asrın felaketine, asrın iyilik hareketi başladı. Anadolu’muzun en batısından, en kuzeyinden elverişsiz hava koşullarına rağmen el ele veren eller, yüreklerin yangın yerine döndüğü bölgeye köprüler kurdu, kurulmaya devam ediyor. İnsan insana nasıl kol kanat geriyor bunu yaşıyoruz. Bir fay hattından gelen, derinden bir sarsıntının vicdanlarımızı nasıl harekete geçirdiğini gördük. İnsanın insanın kurdu değil, yurdu olduğuna bir kez daha şahitlik ediyoruz.
Bizi hep acıların birleştirdiği acı gerçeği şimdilik bir kenara bırakalım. Acılar üzerinden (sosyal, siyasi, ekonomik) çıkar sağlamak isteyen hastalıklılarımız hiç mi yok, elbette olacak, bunlara takılmayalım. Hiç kimsenin, ama hiç kimsenin yüreğinin benden daha az yandığını düşünemiyorum. Hepimizin üzerinde altından kalkmakta zorlanacağımız bir enkaz var. Ellerimiz bir şeye uzanmıyor, neye uzansam ellerim titriyor. Çocuklarımızın başını okşamaya çekiniyoruz. Dolapların kapağını açtığımda anlamsız bir sürü şey görüyorum. En ihtiyacın olduğu zamanda hiçbir faydaları yok insana. İnsan dönüp dolaşıp kendi kalbinde, inancında sükûn buluyor neticede.
Kış boyu bir hurdalığa bakarsınız, içiniz kararır, ama baharda güneşin şefkatli ışıklarıyla orada varlığından habersiz olduğumuz bir erik dalı çiçek açar, papatyalar boy verir ve işte o hurdalık, gül bahçesine dönüşüverir. Umutlar böyle yeşerir, hayat kendine bir hayat alanı bulacak elbette. Şimdi umutları yeniden yeşertmenin zamanı, kavli, fiili dua zamanı; hareket zamanı. Elbette yaralarımızı sardığımızda konuşacaklarımız var. Ama’sız, fakat’sız hakikatleri konuşacağız, ama dilimizi bir kılıç gibi kullanmayacağız. Tahrik edici, kışkırtıcı cümlelerden kaçınacağız. Konuşmazsak sonuçları canımızı fena hâlde acıtacak. Amacımız, bağcıyı dövmek olmayacak.
Cümle kurmanın en zor olduğu zamanlardayız. Kahramanmaraş, Adıyaman, Gaziantep, Malatya, Hatay, Antakya… Yüreğimiz yangın yeri, duygularımız ağır hasarlı, akl-ı selim diyoruz.