Yüklendiğimiz emaneti gözetmek ve verdiğimiz söze riayet etmenin ahlakiliği
‘’Ey iman edenler! Allah’a itaatsizlikten sakının ve doğru söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi ıslah etsin, günahlarınızı affeylesin. Kim Allah’a ve resulüne itaat ederse gerçekten büyük bir kazanç elde eder. Allah’a ve Rasulüne itaat eden, elbette ki bütün büyük emel ve beklentilerini elde etmiştir. Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, sorumluluğundan korktular. Pek zalim ve cahil olan insan onu yüklendi.” (Ahzab 71, 72)
Yüce rabbimizin tayin ettiği bu hayat sistemi içinde emaneti yüklenen insanın Allah’a ve O’nun Rasulüne itaati başlı başına bir fıtrat yönelişidir. Allah’ın hayat sistemine göre hareket etmek huzur ve güvenin kaynağıdır. Bu sorumluluğa uygun davranmak temel şiarlardandır.
Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı bu büyük emaneti insan yüklendi, onun ağırlığını, derin niteliğini ve yükümlülüklerini tek başına taşımaya söz verdi. Fakat diğer taraftan zayıflığın, ihtirasların, eğilim ve arzuların baskısı altında olması ile birlikte yetersiz bir bilgiye, kısa bir ömre, yer ve zamandan kaynaklanan engellerle de kuşatılmıştır.
Evrendeki diğer varlıklar yaratıcının koyduğu ve kendi yaratılışlarına, yapılarına hükmeden ilahi yasaya uygun olarak hareket ederler. Onlar bilinçsizce ve seçme hakkına sahip olmadan bu görevlerini yerine getirirler: Güneş, kendi yörüngesinde her zamanki dönüşünü hiçbir zaman aksatmadan evrensel rolünü eksiksiz olarak yerine getiriyor. Yeryüzü kendi yörüngesinde dönüyor, ekinlerini, bitirip yeşertiyor. Üzerindeki canlıları besliyor, ölüleri bağrında saklıyor, kaynakları fışkırtıyor. Ay, yıldızlar ve gezegenler, rüzgârlar ve bulutlar, hava ve su, dağlar. Hepsi Rabbinin izniyle işini görüyor. Hepsi yüce yaratanın iradesine mutlak anlamda ama düşünmeden, bir irade sahibi varlık olmadan ilahi sisteme boyun eğiyorlar.
“O emaneti ve ahdi insan yüklendi”
Bu ayette yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın yüklendiği belirtiliyor. Tüm varlıklar arasında sadece insan (Zariyat 56. Ayette insan ile birlikte cinlerden de bahsedilmektedir) ehliyet ve sorumluluk taşımaktadır (A‘râf 172; İsrâ 13). Hadislerde de bu konu açıklanmıştır; hayvan, toprak, maden gibi canlı ve cansız varlıkların sorumluluk yüklenmediği belirtilmiştir (Buhârî, “Zekât”, 66; Müslim, “?udûd”, 45-46).
Kavrama gücü ve bilinciyle Allah’ı tanıyan düşüncesi ve görüşüyle, Allah’ın yasasını, Kitabını ve Rasullerin rehberliğini kavrama iradesiyle, kişisel sorumluluğuyla, sapma ve azgın arzulara karşı direnciyle Allah’a boyun eden insan sadece bu emaneti yüklendi. Ve yolun kendisini nereye götüreceğini kavrayarak bunu üstlendi.
Gücü az, ömrü sınırlı, çeşitli ihtirasların, eğilim ve isteklerin etkisinde kalan bu varlığın yüklendiği bu aziz emanet hiç kuşkusuz büyük ve ağır bir emanettir.
Yüce Allah biz insanlığa verilen bu ayrıcalığı kitabımızda şu ayetlerle bildirir: “Biz Âdemoğullarını gerçekten çeşitli ayrıcalıklarla donattık.” (İsra 70) Şu halde insan, yüce Allah’ın katındaki bu ayrıcalığının gerekçesini bilmelidir ve isteyerek üstlendiği sözünü yerine getirmelidir!
Hayatı İslam üzere yaşamak ne güzel bir nimettir.
Kuran’ın gölgesinde şekillenen samimi, fedakâr, vefakâr ve sadakatli kulların omuzlarında büyüyen ve mücessemleşen İslam toplumu, Allah’ın insanlar için yerine getirmesini istediği en büyük inşadır ve bir ahlak düzenidir. Bu fikri açılım ve irade kararlılığının buluştuğu inanç zemini sadece sorumluluk yüklenen insanların buluştukları bir bütünlük içinde kurulabilir. İslam getirdiği inanç sistemiyle her döneme ait cahiliyeyi bir kenara bıraktırmayı hedefliyor. Çünkü iki zıt düzen; ifsad ve ıslah aynı bünyede yaşayamaz. İslamiyet, insanı insan yapan özellikleri öne çıkararak kendi temel esaslarını kökleştirip insanın yaratılmışlar içindeki değerini arttırmayı ve bu doğrultuda bir İslam ümmeti oluşturmayı gayret ediniyor. Rabbin büyüklüğünü tazim yerine beşeriliğin renk, dil ve coğrafi olgular gibi yaratılışsal özelliklerini şeytani imgelere dönüştüren insanı bu fikri tutsaklıktan ve fitneden azade kılmayı hedefliyor.
“Verdiğiniz sözü tutunuz. Çünkü verdiğiniz sözlerden sorguya çekileceksiniz.” (İsra 34)
Yüce Allah verdiği sözlerden insanı sorumlu tuttuğunu, onu bozup yerine getirmeyenleri hesaba çekeceğini belirtiyor. Allaha verilen söz şu ahiddir ki; O, tevhidin hakkını vererek Müslüman kimlik ile sadece Allah rızasına uygun bir kulluk yapmak sözüdür. Ki bunlar; kişiyi ve toplumu ilgilendiren konularla ilgili emirler ve nehiylerdir. Onların bazıları; anne-babaya iyilik yapmak, akrabaya yoksula ve yolda kalmışa yardımda bulunmaktır. Yetimin hakkını korumak, israf etmemek, savurganlığa düşmeden infakta bulunmak, cimrilik etmemektir. Sağlam biçimde bilgiyi tahkik ederek karar vermek, böbürlenmemek ve büyüklük taslamamaktır. İşte bunlar fıtrat güzellikleri olan hükümlerin ve hasletlerin sadece bir kısmıdırlar. (bknz. İsra 21-30)
Bu bağlılık kulun vicdanında ve toplumsal yaşamın geleceğinde sadakatin, eminliğin ve arınmanın temel saikidir. Kur’an’da ve Siret-i Rasul’de rabbimizin övdüğü kullardan olmanın umdeleri ‘verilen söz’ ün yerine getirilmesi merkezinde ele alınmaktadır. Bu konuda Allah’la yapılan antlaşmayla kullar arasındaki anlaşmanın ifasında gayenin bağlayıcılığı yönünden bir fark yoktur. Müslümanlar anlaşmalara, aralarında verdikleri sözlere uymak temelinde yüce bir daveti ve bir ahlaki duruşu tüm dünyaya bu şahsi halleriyle taşırlar. Bu taşıma eylemi bazen, rabbimizin izniyle öyle olur ki; koca bir belde halkıyla birlikte İslamlaşıvermiştir! Rasulullah (sav)’ın eminliği, rabbine verdiği söze sadakati ve sahabesinin de Onun rehberliğinde gösterdiği teslimiyet, vefa ve kararlılık fikir ve eylem planında ‘İslam Uygarlığı’ nı meydana çıkarmıştır.
“Verdiğiniz sözü ve yaptığınız antlaşmayı yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” (İsrâ 34)
“Antlaşma yaptığınızda, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin.” (Nahl 91)
“Ey iman edenler! Akidlerin gereğini yerine getiriniz.” (Mâide 1)
“Kim ahdini bozarsa, ancak kendi zararına bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefâ gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir” (Fetih 10)
‘’Mü'minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah'a verdikleri söze sadık kaldılar. Onlardan kimi (Allah yolunda şehid edilmek suretiyle) adağını yerine getirdi, kimi de (şehid olmayı) beklemektedir. (Ahidlerinde) hiçbir değişiklik yapmamışlardır’’(Ahzab 23)
Antlaşma ve akidleşme ifadeleri bize iki sözü ve va’di hatırlatıyor. Bunlardan biri Allah ile yaptığımız antlaşma, diğeri de insanlarla yaptığımız akidleşmedir. ‘Akaid ve akid’ insanın inanç temelinin iki temel unsurudur. Allah ile yaptığımız antlaşma, O’nu ilâh olarak tanımak, O’na asla ortak koşmamak ve emirlerine uyup yasaklarından uzak durmak hususlarındadır.
“Allah’ım! Gücüm yettiği kadar ahdine ve va’dine sadâkat gösteriyorum” (Buhârî, Da’vât 16). ‘’Kıyâmet günü, ahdine vefâ göstermeyen kimselerin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir.” (Müslim, Cihâd, 15) Yani ahdine vefâsızlık eden kişi o gün, mahşer halkı arasında teşhir edilecektir. “Kim ahdini bozarsa, Allah mutlaka ona bir düşman musallat eder.” (Muvatta, Cihâd, 4)
Davet İslam’ı yaşamak kaygısıyla Allah’ın dinini sosyalleştirmek için çabalamak gayretidir. Davet müminin özelliklerini dışa çıkaran ibadetlerdendir. Kişinin mümin kimliğini sosyalleştirmek noktasında en önemli özelliklerinden birisi ‘ahde vefa’dır. Önce Allah’a verilen sözü tutmanın ve sonra Allah’ın kulları arasında verilen söze bağlı kalmanın sahası çok geniştir. İş hayatı, ilişkiler, hukuk, ekonomi meseleleri, eğitim gibi konularda ve ibadet amaçlı kurulan mekânlarda İslami çabalar içinde olmak meselesi rabbimize olan kulluk görevimizi yerine getirdiğimiz alanı geniş çabalar bütünüdür. İşte vefalı ve sadakatli olmanın üst vasfı olan takvalı olmak tüm bu işlerin dış örtüsü olmalıdır.
İnsanlar arasında yaptığımız antlaşma ve akidleşmeler İslam’ın kolektif alanları belirlemesi konularında olduğu kadar günlük yaşam konularında da sürdürdüğümüz tutarlı işlerdendir. Yaptığı antlaşmalar sebebiyle büyük bir sorumluluk yüklendiğini hissetmeyerek verdiği sözde durmayan kimseler, rabbine karşı sorumsuz davranmış ve dünyada dini kimliklerine ve insanlar arasındaki haysiyet ve edep kurallarına karşı kabahat işlemiş olurlar. Bu, İslam’ın kendilerine yüklediği emanetin yegâne varisi olan insanın değerliliği terk ederek basitleşmesi ve sıradanlaşmasıdır.
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir kusur ve kabahattir.” (Saf 2-3)
İmanın gereği, doğruluk ve sözünde durmaktır. Yalancılık ve sözünde durmamak ise imanla taban tabana zıttır. Çünkü Allah Teâlâ insanı bu kabil sapmalardan uzak olarak yaratmıştır.
Konuşma özelliği insana verilmiştir. Dil irade beyanının önemli bir unsurudur. İnsanın tutarlılığı, ahlaki erdemleri doğruyu konuşmasından ve kalp haliyle uyumundan bilinir. Yapmayacağı şeyleri söylemekle kişi sözün ifası kurallarını da ihlal etmiş olur. Yapmayacağı şeyleri söylemenin Allah katında kusuru çok büyüktür. Rabbimiz bu davranışı hiç sevmediğini ve büyük bir kusur olduğunu buyurmaktadır. Müslümanın ahlakı ve kişilik olgunluğu ancak imanı ile davranışlarının denge irtibatından ve amellerinde gösterdiği dikkat ve titizlikten bilinebilir.
Kuran’da mükemmel ve eşsiz bir anlatımla tanımlanan, ilahi sistemle de uyumlu insanlık yasaları her çeşit sosyal ortamda, insan evrelerinde yaşanmak için ortaya konulmuştur. Bu sistem, rabbimiz tarafından insanın fıtrî yapısı, gücü, yetersizlikleri gözetilerek tasarımlanmıştır. Bu sistem insana onun kapasitesinin yani yeryüzünde halifelik görevinin üstünde bir görev yüklemez. Bu ilâhî sistem, insanlığın uzun çağlar sürecek uzun ömrü dikkate alınarak ortaya konulmuştur. İnsanın önünde fırsatlar süreklidir. Onu ne bir ferdin ömrü, ne de ölüme yakalanıp da uzun vadeli amacını gerçekleştirememe korkusu sınırlandıramaz. İnsan ömrü içine sığdırmaya çalıştığı beşeri doktrinlerin cazibeli tasarımlarını, egolara uygun tutumları benimsemeyi sever. Bu insan acelecidir, ihtiras doludur ve dengeli adımların temposuna sabredemez. Bugün bu hırs abidesinin izlediği yol üzerinde sahipsiz ve mahzun ceset yığınları yükselmektedir. Onun hâkim olduğu toplumlarda narsizmin, hiyerarşi tutkusunun, ırkçılığın, servet düşkünlüğünün altına aldığı hayatlar paramparçadır. O bunu maddi gücüyle, sosyete kültürüyle, kapitalizmle, çılgın yaşam modelleriyle, şehvetperest hayatlarla, tüketilen kadın imgesiyle kısaca bencillik üzerine kurgulanmış teorileriyle bastırmaya çalışıyor.
Ne var ki; o gün geldiğinde, kendileri de yapmacık doktrinleri de insan fıtratının geri dönüşüyle mutlaka parçalanıp yok olacaklardır. Ama bunun için ‘gaybi yardımları’ hakeden muttaki, samimi ahde vefa gösteren hayatların, rabbani ahlaktan beslenen bir seferberlik ruhunun ve güçlü bir İslamlaşma iradesinin görünür ve hissedilir olması gerekmektedir. Allah'ın eseri olan şu insanlık, fıtrî yapısının kilitli hücrelerini ancak Allah iradesinin tecellisi anahtarlar ile açabilecektir: “Kuran’da insanlara şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Bunlar, zalimlere ziyanlarını arttırmaktan başka bir katkıda bulunmaz.” (İsrâ 82) “Kuşku yok ki bu Kur'an, insanı yolların en doğrusuna iletir.” (İsrâ 9)
Enes b. Mâlik (ra) dedi: “Allah’ın Rasulü (sav) bize hutbe verdiği zaman mutlaka şöyle buyururdu: "Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur’’ (İbn Hanbel, III, 134)
Müslümanın kendi hayatında önce Rabbine ve sonra iman kardeşlerine dönük verdiği ‘söz’ ün bağlayıcılığı üzerine neler söylenebilir?
-Müslüman önce ‘kelimei tayyibe’ nin (kelimei tevhid) hakkını vererek kendine İslami bir şahsiyet oluşturan kişidir.
-İbadetler, haklar, insanlar arasında ilişkiler konusunda Kuran ve Sünnetin belirleyeceği hayatı titizlikle yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişidir.
-Davet, tebliğ, İslam’ın değerlerine sadakat, Kuran’ın öngördüğü ahlaka riayet konularında hassa kişidir.
-Müslüman kardeşleriyle ilişkilerde verdiği söze uyan kişidir. Hangi konu olursa olsun aralarında alınmış kararlarda titizlik gösteren kişidir.
-İş hayatında, alışverişte, evlilikte Müslüman kardeşini tercih eden kişidir. ‘Mümin kardeşinin yararına olan şey hem dinin hem de ümmetin yararınadır’ tavsiyesini uygulayan kişidir.
-Müslümanlar olarak ‘hayırlı toplum olmak’ konularında belirlenen ortak derslere, etkinliklere, gerçekleştirilecek eylemlere keyfi davranmaksızın katılan kişidir.
-Güncel konularda düğün- gezi-ziyaretler-cenaze-ortak işlerde yardımlaşma konularında dostlarını yalnız bırakmayan kişidir. Vefalıdır, fedakârdır, yardım severdir.
-Çocuklarını Müslüman arkadaşlarıyla tanıştıran, yapılan ortak hayırlı işlere onları katan kişidir.
-Mümin kişi tevazu sahibidir; büyüklenmez, hiyerarşi zaafından uzaktır, kim olursa olsun ilişkilerde onun için öncelik takvadır, liyakatli olmaktır, ibadetlere düşkünlüktür, iffetli ahlaklı olmaktır, ahlak güzelliğidir ve Müslümanca bir hayat sahibi olmak konularındaki hassasiyetlerdir.
-Kardeşleriyle görüşen, karşılıklı olarak birbirleriyle nasihatlaşan; Kuranı Mübini, İslam’ı, Sireti Rasulü, ümmeti ilgilendiren konuları, güncel meseleleri ve hayatın değişik etkinlik alanlarında Müslümanca yaşamayı ve ölümü-ahireti hatırlatan kişidir.
-Mümin dostların haklarını koruyan, sırlarını muhafaza eden, bozuk ilişkileri ve evlilikleri onaran, kardeşlerin aralarını bulan maddi açıdan dara düşmüş kardeşlerine gerekirse hiç karşılıksız nakdi ve ayni yardımlarda bulunan kişidir.
Son sözü sözlerin en güzeli ile söyleyelim; ‘’Mü'minler, gerçekten felaha ermişlerdir… Onlar emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler. Onlar, namazlarını kılmağa devam ederler. İşte onlar varis olanların ta kendileridir. Onlar Firdevs cennetlerine varis olurlar ve orada ebedî kalacaklardır’’ (Müminun 1-11)
Yüce rabbimiz bizleri ve salih nesillerimizi bu şiarlar üzerine bir hayatı yaşayanlardan ve mümin hali üzere can verenlerden eylesin!
Kaynak: Emaneti gözetmek, verilen söze riayet etmek... - ŞUAYB MEKEÇ