‘’Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye kapanın, rabbinize ibadet edin, dünya ve ahiret için faydalı işler yapın ki kurtuluşa eresiniz. Allah yolunda, hakkını vererek cihad ediniz. Sizi O seçti ve size din konusunda hiçbir güçlük yüklemedi; ceddiniz İbrâhim’in dininde olduğu gibi. O size hem daha önce hem de bu Kur’an’da “Müslümanlar” adını verdi ki Rasul size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı bağlanın. Sizin Mevla’nız O’dur. O ne güzel Mevla’dır ve ne iyi yardımcıdır’’ (Hac 77, 78)
Allah yolunda “gerektiği gibi” cihad edenler;
Onlar dünya menfaati gözetmeksizin sırf Allah’a ibadet anlayışıyla, sadece O’nun yolunda canlarını ve mallarını feda ederek cihad edenlerdir. Allah yolunda gayret ederken kınayıcının kınamasından çekinmezler. Allah’ın rızasını kazanmak için kendilerine seçilmiş din olan İslam’ın icaplarını ayakta tutmak için seferber olurlar. Onlar nefislerine uymazlar. (bknz Nisâ 84, 95; Mâide 35; Tevbe 73)
Tüm Rasullere olduğu gibi İbrahim (as)’ a da verilen din olan İslam’a atıfla Allah Rasulü (sav) atası İbrahim’in ‘İslam Dini’ ve ‘tevhid mücadelesi’ mirasını devraldı. Tevhide uygun bir dünya var etmek için her türlü şirke, zulme, tuğyan sistemlerine karşı mücadeleyi yeniden başlatarak ve bu sahih hak mirası ve yüce daveti ümmetine devretti.
‘Müslimun-Müslümanlar’ adı aynı zamanda bir ‘dua’nın da tecellisiydi. O duayı yapanlar İbrahim (as) ve oğlu İsmail (as)’ dı. “Ey rabbimiz! Ey bizi yalnız senin için boyun eğen Müslüman kıl. Zürriyetimizden de sana teslim olacak bir ümmet çıkar” (Bakara 128)
‘Şüheda-şahidler’ kelimesi Bakara Suresi 143. ayette de geçiyor. Müslüman ümmetin üyeleri İslam yolunda inançtan ibadete, dostluktan düşmanlığa, iktisattan kültüre, ahlaktan hukuğa her yönden birbirlerine marufu emrediyor gördükleri münkerden sakındırıyorlar ve aralarında hakkı ve sabrı tavsiye ediyorlar. İşte onların bu halleri ‘şüheda-şahidler’ kavramlaştırmasıyla ifade ediliyor. Ümmetine İslam’ı ve ibadet yöntemlerini öğreten, onlara din işlerinde örnekliği üstlenen kişi olarak Allah Rasulü de ümmete şahidlik etmektedir. “Ki Rasulullah (sav) size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz”. Rasul (sav) ümmetine model olan bir kişi olarak İslam’ın nasıl, niçin, ne şekilde ve kimlerle yaşanacağını gösteren ve bu konuda onlar için rabbine dua eden, onlara hidayet yolunu gösteren kişidir. “Rabbimiz, içlerinden onlara bir Rasul gönder; onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları kötülüklerden arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin”(Bakara 129)
Verdikleri mesajlarla ve Allah rızası için yaptıkları fedakarlıklarla öncülüğü hak edenler;
‘’Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın! Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde rableri katında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar Allah’tan gelen bir nimet, bir lütuf sebebiyle ve Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesi ile de sevinç içerisindedirler’’ (Ali İmran 169, 170)
Allah yolunda şehit olanların “ölü” olduklarını düşünmek doğru değildir. Çünkü ölüler, hayatı sona eren, duyuları yok olan, bu nedenle hiçbir şeyi algılayamayan kimselerdir. Oysa Allah yolunda öldürülenler böyle değiller; onlar görünürde ölseler de Allah’ın kendilerine bahşettiği özel bir hayatla diridirler. Allah katında onlara bol nimetler, geniş rızıklar sunulmakta ve mutlu bir hayatı yaşamaktadırlar; fakat dünyadaki insanlar bunu fark edemezler. Çünkü şehitlerin hayatları mahiyet ve boyut bakımından dünyadakilerden farklıdır (İbn Âşûr, IV, 366). Şehitler Allah nezdinde dünyalılara verilenden daha güzel ve daha büyük nimetlere mazhar olurlar. ‘’Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz’’ (Bakara 154). Müfessirler ‘onlar ölü değil diridirler’ cümlesiyle gaybi bir müjdenin ima edildiğini bildirmektedirler: Buna göre ölüm olayı, ruhun bedenden ayrılmasından ibaret olup ölen ruh değil beden oluyor. Ölümle ruh bedeni terkediyor, beden zamanla çürür gidiyor (her canlı ölümü tadacaktır/Âli İmrân 185). Ruh ise varlığını sürdürüyor. Ödülü hak eden Salihlerin ruhları ahiretteki güzel makamlarını görerek onunla mutlu oluyorlar; kötülerin ruhları da cehennemdeki yerlerini görerek bundan elem duymaktadırlar. Ve şehidler de, yalnız yüksek makamlarını görmekle kalmıyor cennet nimetlerinden de faydalanıyorlar. (Taberî, II, 39-40; İbn Atıyye, I, 227; Râzî, IV, 145-146; Ateş, I, 264-269).
‘İz Bırakan’ bir âlim; fikirleri ve izleriyle yaşayan bir şehid!
Şehid Seyyid Kutub (1906-1966) İslami düşünce, Kuran tefsiri, İslami hareketler ve faaliyetlerle ilgili araştırmalar yapanlarca bu yüzyıl ve gelecek dönemlerin en etkili İslamcı mütefekkirlerinden; İslami uyanışın seçkin isimlerinden bir şahid, bir öncüdür. Onun verdiği mücadelenin, fikirlerinin ve eserlerinin dünya genelinde onu seven ya da sevmeyenlerce şehadetinden 55 yıl sonra hala tartışılıyor olması bu tespitin doğruluğunu gösterir.
Seyyid Kutub, batı kaynaklı fikirler olan liberal, sosyalist ve kadim Arapçı bir düşünceden İslami düşünce ve yaşam biçimine yüzünü çevirmiş bir Müslümandır. O, dile getirdiği inanç, düşünce ve insanlığın gidişatına dair eleştirel bakışlarla yalnızca Batılı güçleri değil içinde yaşadığı toplumun egemenlerini de rahatsız etti. Onun İslami düşünce, fikir ve hareketliliğe dair yazdıklarıyla içinde yaşadığı toplumun sözde efendileri kendisinden rahatsız oldular. Merhum o günün darbeci, batıcı ikiyüzlü devlet başkanı Cemal Abdünnasır tarafından şehid edildi. Şehid Kutub tüm dünya Müslümanları arasında çağı İslam’ca okuyan fikirleriyle ve çarpıcı tespitleriyle etkili olmuş en önemli âlimlerdendir.
Kutub’un ‘hâkimiyet ve cahiliyet’ kavramlarına dair tespitleri;
‘’Hâkimiyet ve câhiliyet hakkındaki fikirlerini ‘Me?âlim fi’?-?arî?’ (Yoldaki İşaretler) adlı kitabında ve ‘Fî ?ılâli’l-?ur?ân’da ortaya koymaktadır. Ulûhiyet ve rubûbiyet yasalarına bağlı olarak insanlar arasında işleyen hayat sistemi mutlak iradenin sahibi ‘Allah’ın hâkimiyeti’ temelinde inşa olmalıdır. Hâkimiyet her alanda Allah’ın mutlak hükümranlığını ifade eder. İlâhî hâkimiyetin alanı bireysel tercihlerden toplumsal tercihlere kadar tüm hayat alanlarıdır. Buna devletin yönetimi kadar aile yaşamı, iş hayatı kadar ahlakın şekillenişi konuları da dâhildir. Meşruiyetini Allah’tan almayan bütün yönetimler tağutidir (gayrı meşrudur). Toplumlar Müslüman ve cahili olmak üzere ikiye ayrılır. Müslüman toplum sadece Allah’a kul olup hayatını O’nun hükümlerine göre düzenleyen toplumdur, cahiliye toplumu ise düşüncesi ve değer hükümlerde, hukuk, ahlâk ve davranış kurallarında İslam’ın inanç ve kulluk anlayışının belirleyen-hakim olmadığı bir toplumdur (Me?âlim fi’?-?arî?, s. 21, 24;s. 97 vd., 101,116, 162; Fî ?ılâli’l-?ur?ân’da X, 1435). Cihad ve Allah yolunda fedakârlık çabaları bu inanç sisteminin aksiyon boyutudur. Her çaba bu minvalin yansımasıdır. Engeller pasifizm ve atalet içinde geçiştirilerek, görmezden gelinerek değil, aksine İslam’ın hayata müdahale yöntemleriyle yani cihad ile aşılmaya çalışılmıştır. Rasullerin tarihi bu mücadele tanıklığıyla önümüzde aşamalar ve yöntem çeşitliliğiyle durmaktadır. Cihad sadece bir savunma tepkiselliği değildir, o Müslümanın yaşam ve gelişim hakkını var kılan, geliştiren ve bir üst aşamayı hazırlayan nitelikli bir aksiyon sürecinin adıdır. O aynı anda tüm yeryüzündeki insanların kurtuluşunu hedefleyen yüksek bir çağrının tezahürüdür’’(Mealim fi’?-?arî?,s.66; Fî ?ılâli’l?ur?ân X, 1435).
Onun öne çıkan tespitiyle, tüm yaratılmışlar âleminde otoritenin mutlak mercii sadece Allah’tır. O mutlak iradenin sahibidir. Müslümanı diğer insanlardan ayıran en önemli husus; düşüncenin, inançların ve davranışların, kısacası bütün hayatın merkezine Allah’ın mutlak otoritesini koymaktır. Kişi ya Allah’ın mutlak egemenliğinin esas alındığı İslam toplumunun bir mensubudur ya da cahiliyenin. Müslüman için en önemli çaba Allah’ın dinini yeryüzünde hükümran kılmak davası ve cihad bilincidir.
Kutub’a göre cahiliye hayatı, dünkü hale benzer olarak bu dönemin insanlarını içine çeken cazibelerle dolu ama bir o kadar karanlıkların kesif ortamlarında insanları manevi değerlerinden, fıtri ahlaktan, imandan, salih amelden ve maruf örften uzaklaştıran etkili bir yaşam tarzının adıdır. Kuran’dan ve Siret-i Resul okumalarından etkin ve yerinde tespitiyle bu kavramı öne çıkarıyor ve bu kavramın altında bu çağı ve sorunları tanımlayan yoğunluklu ve zihinleri ikna edecek tartışmalara yönelerek çözümü yine Kuran ve Sünnet üzerinden tüm açıklığı ve sağlamlığıyla ortaya koymaya çalışıyor. Tevhid ve salih amel bütünlüğüyle ele aldığı bilgi ve anlam dünyasında İslam’ın aydınlığı; tüm hayat alanlarında yegâne çözüm va’d eden müjdeli bir bilgi ve dosdoğru yöntemin kendisidir. Cahiliye, Kur’an’da Medine döneminde nazil olan ayetlerde (Ali İmran 154; Mâide 49-50; Fetih 26; Ahzab 32-33) kavramsallaşan bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ayetlerde cahiliye; varoluşu, hayatın anlamını, gayesini, bireysel ve sosyal yaşamı anlama ve ifade etme açısından referansını Allah’ın koyduğu sınırlardan almayan yaşam tarzları ve sistemleridir.
“Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların hevalarına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın… Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir?” (Mâide 49-50)
Allah’ın koymuş olduğu kurallar yerine başka değer yargılarının ölçü alındığı her türlü zulüm, baskı ve ahlaksızlığın egemen olduğu toplum cahiliye toplumudur. Müslümanlar arasında zaman zaman bu temel esasların dışında ortaya çıkan tavır ve düşünceler cahiliye döneminin tortu ve kalıntıları olarak nitelendirilmiştir.
Cahiliye, tarihin her döneminde varlığını sürdüren bir zihniyettir. Boşluğa ve gevşemeye müsait kalplere ve yaşam aralıklarına yerleşen bir yaşam biçimi ve bir gelenektir o. Cahiliyeyi Müslüman toplumlara getiren süreç; Müslümanların inanç amel cihad bütünlüğünden uzaklaşmalarıyla mümkün olmaktadır. Akılcı, kolaycı, mümküncü formüller; ‘zaruret halinde caizdir’ kolaycılığına dair çözümlemeler ve bu minvalde geliştirilen siyaset yöntemleri, hak olan kazanımlarla makam ve rant kazanımlarının birbirine karıştığı bulanmış mevziler ve boş hayaller, ertelenen hassasiyetler cahiliyeyi besleyen, ikame eden iklimlerdir. Günümüzde Müslümanların içinde yaşadığı toplumlarda insanlığın inanç ve kültür sistemlerinde yaygın şekilde görülen sayısız inanışlar, beşeri kutsallar ve buna dayalı davranış biçimleri tıpkı cahiliye dönemi Arap toplumunda olduğu gibi toplumların günlük yaşamlarının önemli bir parçası olarak varlığını sürdürmektedirler (bknz. İslam Ansiklopedisi, ‘Cahiliye’)
Şehid Kutub hiçbir eserinde ne bir zulmü ne de bir terörü teşvik etmemişken Batılı, yerli yazarlarca ve İslami hedeflerinin olduğunu iddia eden muhafazakâr, yerlici, Anadolucu, millici çevrelerce "cihadi terör"ün öncüsü, köktenciliğin ideoloğu gibi iftiralarla yaftalanmaktadır. Elbette Kutub’un eserleri ve düşünceleri her insan gibi hatadan beri değildir ve onlar da tartışılmaya, irdelenmeye muhtaçtırlar. Fakat onun fikirlerini eleştirenler daha ziyade içinde bulundukları düşünce ve ortamlarıyla uzlaştıramadıkları fikri iklimi mahkum etmeye çalışmaktadırlar. İslam’ın fikri ve şer’i kaynaklarının esas alındığı bilginin referansları nezdinde bakıldığında, Kutub eleştirisi yapanların onun sağlam bir retoriğe ve ilkeli bir İslami duruşa dair yaptığı tanımlardan rahatsız oldukları çok açıktır. Çünkü Kutub’un yorumlarında yerli, milli, liberal, akılcı, diyalektikçi veya tarihsel modernist gelenekçi batıni sentezler bulunmamaktadır. İslamcılık tartışmaları veya İslami hareket yöntemleri söz konusu olduğunda Kutub eleştirisi yapanların bu sentezlerle ilintili kendi tercihleri üzerinden eleştiriler yönelttikleri çok açıktır. Yani günümüzde; ‘Müslümanların yaşam sistemini belirleyen düşüncenin kaynağı, inanç ve eyleme dair bağlayıcı ilkeler tümüyle ilhamını Kuran, Sünnet ve maruf gelenekten mi almalıdır?’ Yoksa ‘bu kaynaklarla birlikte tarihi birikim, yerel ve kültürel öğeler, çağın hakim kültürel etkileri, insanlığın üzerinde ilerlediği yeni modern çözümler; akıl bilim tecrübe sentezleri vb. düşünsel ve eylemsel açılımlarda etkili olmamalı mıdır?’ gibi sorulara verilen cevaplar üzerinden bir ayrışma ve yaftalamanın yaşandığı ortadadır.
İçinde yaşadığımız zaman dilimi bir o kadar girift ama bir o kadar albenili fikirlerin teknik imkânlar, ikna edici sunumlar ve görsellerle takdim edildiği bir çağdır. Bu çağın Müslim şahidleri olmak bilincini yaşatmak ve yeniden ayağa kalkmak için Allah yolunda tüm fedakârlıkları üstlenerek bu yola giren El Benna, Mevdudi, Seyyid Kutub gibi üstatlar her biri fikir, ahlak ve eylem öncülüğü sorumluluğuyla Müslümanlara çığır açtılar. Onlar Batı geleneğinin ve kültür yapısının temsil ettiği zihin yapısına ve bunlarla yakından ilişkili olarak değerlendirdikleri ahlaki çöküntüye, sosyal siyasal krizlere karşı mücadele ettiler.
Seyyid Kutub, Batının kültürel egemenliği altında oluşan toplum yapısının cahiliye toplumu olduğu ve bu sistem ve oluşumlara karşı mücadele edilmesi gerektiği şeklindeki görüş ve düşünceleriyle birçok Müslüman genci düşünmeye, tahkike ve acilen İslam adına bir şeyler yapmaya dönük uyarıcı bir kişilik oldu.
Seyyid Kutub’ da toplumsal değişimden önce kalben ve bedenen arınmak ve kişisel hayatı ıslah önemli bir aşamadır. Çok güçlü bir kimlik inşa olmalıdır; imanıyla ameliyle ahlakıyla bakış açısıyla ve toplumsal çözümleriyle kendinden emin bir Müslüman şahsiyet olmak işin en başında çok önemlidir. Bu yol engellerle doludur. Kafaları karıştıranlar, gençlere tuzak kuranlar, sahte dünya cazibesiyle fikirleri ve eylemleri yönlendirenler ve İslam’ın, ümmetin güçlenmemesi için mücadele edenler köşe başlarını tutmuşlardır. Müslümanların yaşadığı beldelerde semirmiş güç odakları, devletleri yöneten narsist, despot yöneticiler, batıdan ve uzantısı güç odaklarından aldıkları destekle İslami mücadele ve kazanımların önünde duvar gibi durmaktadırlar. Kutub bu halin değişmesi için iç arınma ve fikri netleşmeyi temin ettikten sonra toplumsal ıslaha yönelmenin ancak Kuran’ın aydınlığı ve Rasulullah’ın (sav) örnekliğiyle sağlanacağını vurgulamaktadır.
Müslüman toplumların akide ve değerler düzleminde bazı sorunlar bulunmaktadır. Sorunların tespit edilmesini cahili karanlık hali görünmez kılmaktadır. Topyekûn bu gafletten kurtulmak için o ilk pınar olan Kur’an’a; ilk örnek Kuran nesline, Rasulullah (sav)’ in terbiyesiyle İslam’ın müktesebatına kazandırdığı o ilk neslin kavrayışına ve tahlil gücüne şiddetle ihtiyacımız bulunmaktadır. Biz Kuran’la bir yenilenme, kökten bir akidevi yenilenme içine girerek, güncel ve dini meseleleri bu en üst referansla tahlil ederek ve Sünneti Rasul’ün örnekliğine müracaat ederek bir arınma ve inşa dönemine girmeliyiz ki dünya ve ahiret kurtuluşu ve bir diriliş gerçekleşebilsin.
Kutub’un çözüm ve kurtuluş idrakı;
O, başlarda batıdan gelen kültürü ıslah etmenin İslami uyanışa katkısının olacağı düşüncesindeydi ama Kuran ve Siret-i Rasul okumalarını derinleştirdikçe çözümün ancak İslam referansıyla ve tevhid ve Kuran temelli bir arınmayla olacağını kavradı. Hayatı İslam gözünden algılayıp yaşamak çok önemlidir. Seküler modern zihin İslamiyet’i bireysel dünya ile sınırlandırarak tanımlar ve bundan hoşnut olur. Hâlbuki Allah Teâla Kuranı karanlıkları aydınlatmak için inzal ettiğini ve onu örnek hayatıyla yaşamlaştıran Allah Rasülü’nü tüm âlemlere rahmet olarak gönderdiğini buyurmaktadır. İslam hayata müdahale eden bir din olarak serveti, mülkü, sosyal hayatı, kültürü ve beşeri tercihleri kurallarıyla denetler. Yoksulun hakkını gözetir. Seçkinciliği, adaletsizliği, ırkçılığı, zengin fakir ayrımını yasaklar. Tüm Müslümanlar İslam’ı yeryüzüne yaymak, onu tanıtmak ve kendi hayatlarını İslam’ın örnek yaşamıyla buluşturmak konusunda sorumludurlar.
Sömürgeciliğe karşı en büyük savaşı Müslümanlar verdiler. Sonraları milliyetçiler ve sosyalistler iktidarı ellerinden çaldılar. İktidar mücadelesine İslam ve İslamcılıkla çıkılıyor ama iktidara milliyetçiler rengini veriyorlar. İslamcıları tasfiyeye kalkışıyorlar. Hiçbir milliyetçi veya ulusalcı fikir ve siyaset harici sömürüye sahici bir mücadele içinde olmamıştır, olamaz da. Seyyid Kutub iç ve dış sömürüye, ahlaki çürümelere karşı direnme ruhu verdi. Özgürlüğü, ahlaki arınmayı ve adaleti öne çıkardı, dünya barışının ana çerçevesine işaret etti. O, somut bir proje sunuyordu. Bunun teorik referansı Kur’an ve Sünnet, pratik referansı Asrı Saadet idi. Onun formülündeki ilk adım İslam’ın prensiplerine ve külli kurallarına dönüşü öngörüyordu. İkincisi ise İslam fıkhını donukluktan kurtarmak ve içtihat gücünü Müslüman âlime kazandırmak istiyordu.
“Cahiliye” kavramı analizine Türkiye’deki Müslümanlar niçin sahip çıkmadı? Biraz ağır bir iddia olacak ama deneysel olarak ortaya çıkan şudur: Özellikle Türkiye’deki ikinci nesil İslamcılar bu cahiliye kültürünü edinmek ve onu tüketmek istiyorlardı. Seyyid Kutub’un cahiliye kavramı onları ürküttü, ondan hızla uzaklaştılar, kolayca muhafazakâr kimliği kabul ettiler. “Seyyid Kutub, Mevdudi mi bize İslamiyet’i öğretecek?” diye bu her biri modern zamanların İslam’ın değerleri olan zatları küçümseyenler, ne kadar İslamcı gözükseler gözüksünler açıktan reddettikleri milliyetçi/ulusalcı paradigmanın taşıyıcılarıdır. Rahmetli Kutup özgüvenini İslam’ın izzetinden alıyordu. Onun için Batı onun kendi kabuller çizgisiyle arasındaki kavgayı hiçbir zaman sona erdiremeyecektir. Çünkü batı kendi değerlerine bağlılıkta yaşam değerleri ve ahlak olarak tam bir teslimiyet istemektedir’ (Ali Bulaç/Kutub Muhayyilesi)
Şehidin fikri öngörülerini ve bıraktığı izleri hazmedemeyenler her zaman aynı çevreler oldular; ‘Ne zaman Kutub veya İhvan konusu açılsa “İhvan sevgisi”nin Atatürk Türkiyesine nasıl büyük bir ihanet olduğuyla başlayıp, “Hilafet yanlısı İhvan-ı Müslimin’i İngilizler kurdurdu” ya kadar tipik kara propaganda unsurları tekrarlanır durur. Irkçı, rivayetçi, modern, modern sufi, bencil-narsist-hasetçi; liberal, solcu ve Anadolucu çevrelerde bu konuda adeta işbirliği hali vardır. “İhvan sevgisi” diyerek küçük gördükleri, ayıplamaya kalkıştıkları şey esasen kendilerinin en zelil yöntemlerle savunageldikleri cunta sevgisi ve askeri vesayet tutkusudur. El Benna’nın, Kutub’un, Mevdudi’nin hayat hikâyeleri, yaptığı işler, kaleme aldığı eserler ve İslam coğrafyasına bıraktığı şeref ve haysiyet mirası ortadadır. Onların kitapları ümmet coğrafyasının en ücra köşelerinde her zaman büyük bir coşkuyla okunmaktadır. Tek parti rejiminin Türkiye’de, Esed rejiminin Suriye’de, Cemal Abdunnasır’dan Abdulfettah Sisi’ye kadar Mısır’da, Habib Burgiba’nın Tunus’ta oynadığı roller birbirinden ayrı ve bağımsız bir gerçekliği ortaya koymamışlardır. Bu gerçeklik İslam’ın kamusal alandan olabildiğince kazınması, Müslüman toplumun yerelde despotik iktidara küresel planda emperyal siyasete angaje etmeye yönelik bir stratejidir. Cihadist İslam, radikal İslam, şeriatçı İslam gibi tabirler sömürgeci politikaların, kapitalist ve seküler hayat tarzını yaygınlaştırmanın tipik birer etiketidir. Onların ortaya koydukları fikri ve siyasi açılımlar, önerdikleri cemaatleşme modelleri, ümmetin hayırlı evlatları olma temennileri Amerika, Rusya ve Avrupa’yı olduğu gibi Suudi Arabistan, İran ve Esed rejimlerini tedirgin etmektedir. Onlar Müslüman toplumları işbirlikçi liderler ve politikalarına hizmet eden mezhepçi yöneticiler sayesinde yönetebileceklerini zannetmektedirler’ (Kenan Alpay/ Mursi ve İhvan nefreti, despotizm tutkusu)
Kutub’un felsefeye ilgi duymamış olması üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Kutub edebiyat ve belağat ile işe başlar, sonra Kur’an’ın anlatım üslubuna odaklanır. Onun bu arayışları derinleştikçe ilahi mananın hikmetli dünyasıyla içine dolmaya başlar. İhvanla tanışma süreciyle bu anlam boyutu daha da zenginleşir. Tahayyulatının merkezinde Kitabı Mübin’in tanımladığı “Allah katındaki din’ vardır artık. Müslümanların fikri netliğe nasıl erişecekleri, siyaseten ve aktüel konularda arınmanın nasıl olacağı; çağın şahidleri olacak ve izzetle ayağa kalkacak ‘Kuran Nesli’nin nasıl doğup gelişeceği konusu onun öncelikli meselesidir ve çözümlenmesi gereken önemli bir fikri aşamadır.
Son söz yüce Rahman’ındır;
‘’O halde bil ki; Allah'tan başka ilah yoktur ve (şimdi) kendi günahlarının ve diğer bütün mümin erkek ve kadınların (günahlarının) affını dile! Çünkü Allah bütün geliş gidişlerinizi ve bütün kalışlarınızı bilir’ (Muhammed 19).
Yüce Rabbimiz tüm İslam şehidlerine rahmet etsin. Genç nesillerimizi de, bizleri de iman ve salih ameller üzere yaşatsın ve vefat ettirsin. Toplumun ıslahında muttakilere öncülük edecek salih gençlerin sayısını bereketlendirsin. Küfrü, cehaleti, fıskı, her türlü iffetsizliği, edepsizliği, asabiyeyi-ırkçılığı ve basiretsizliği def eden ve toplumun ıslahı için çabalayan müminlere güç kuvvet, hikmette derinlik nasib eylesin inşaallah.
Kaynak: "Bilgi-İnanç-Eylem" bütünlüğünü gözeten öncülere ne çok ihtiyacımız var! - ŞUAYB MEKEÇ