Emanet yükünü omuzlarında taşıyan insan şerefli bir varlıktır. Ona emanet edilen olguların başında ise vahiy gelir. Vahiy öyle bir emanettir ki; okudukça insanı kuşatır, anladıkça dünyayı aydınlatır, yaşadıkça iyiliği yaygınlaştırır. Çünkü en önemli ilkelerinden biri: “İyiliği emredip, kötülükten men etmektir.”
Vahyin şahitliğine teslim olan Müslümanlar için “Kur’an’ın korunmuşluğu” iman umdelerindendir. Yarattıklarını başıboş bırakmayacağını vaat eden Allah, doğruyu yanlıştan ayırt etmeleri için insanlara ebedi kitabını emanet etmiş ve onu koruması altına almıştır. Kalplerinde eğrilik bulunanlar onu yanlış anlasalar ya da çarpıtsalar dahi bu durumu değiştiremezler.
Kalplerinde ihlâsla Kur’an’a yaklaşanlar, onun Allah’tan geldiğine ve tevatür yoluyla günümüze kadar ulaştırıldığına iman ederler. Kur’an, kendi içinde tutarlılığa sahip bir kitaptır. Öznel yargıların değil nesnel olguların doğrulayıcısıdır. Dolayısıyla şüphe varsa bu Kur’an’dan değil, kişinin inandıklarının ilahi maksatla uyumsuzluğundan kaynaklanmaktadır.
Okuduğumuz bir metin, nesnel olarak ne anlam taşırsa taşısın ancak bizim onu algıladığımız kadarını bize ulaştırır. Algımız, ait olduğumuz kültürün bizde oluşturduğu bir ön kabul ve hayata bakış açısıdır. Bu algı, metnin kendisine ait nesnel anlamı dönüştürür ve artık metin sadece bizim ona yüklediğimiz anlamı taşımaya başlar. Bu kültürel algı o kadar “kutsal” ve dokunulmazdır ki, akıllarımızın üzerine örtmüş olduğu örtüyü ve gözlerimize çektiği perdeyi kaldırmak sanıldığı kadar kolay değildir. İnsanlık tarihi boyunca her metnin başına aynı trajedi gelmiştir.
Metin okuma ve anlama üzerine geliştirilen, diğer bir ifadeyle anlamanın mahiyetine dair ortaya konulan çalışmalar, halen en başat sorunumuzun “anlamı doğru anlama” olduğunu gösteriyor.
Zaman denilen göreceli mefhuma yüklenen anlam, çoğu zaman geleneğin kutsanması, geleceğin ise fetişleştirilmesine sebep oluyor. Oysa hayata tümüyle gelenek hâkim olsaydı asla yeni diye bir şey olmayacak; ya da tarih tümüyle yeniliklere odaklansaydı geleneğin hiçbir değeri kalmayacaktı. Bu yüzden geleceği sağlıklı şekillendirebilmek için; gelenek ile geleceğin kopmayacak bağlantılarını doğru kurmamız gerekiyor.
Aklıselim Müslümanlar şüpheciliği, “Kur’an nasıl anlaşılmalıdır?” sorusuna yönlendirir. Öncüllerine nazaran Kur’an metni açık ve net olarak ortadadır. Buna mukabil bu metinden değişen zaman ve coğrafyaya göre ne anlam çıkarılması gerektiğine ancak tefekkür edenler ulaşılabilirler.
Müslümanların miladı “oku!” emriyle başlar. Yani bilgi temellidir. Kur’an’ın bilgi temelli bir emir ile başlaması ve Allah’ın varlığı ve birliğinin bilinmesinin gerekliliği, doğru bilgiye ulaşma çabasını Müslümanlığın başat öncüllerinden yapmıştır.
Doğru bilmenin başında vahiy gelmelidir. Her Müslüman, Kur’an’da yer alan emirleri, tavsiyeleri, kıssa ve münakaşaları akletmekle sorumludur. Anlama çabası insandan insana, toplumdan topluma ve mekândan mekâna değişkenlik gösterebilir. Müslümanlar farklı anlamaya iten sebepleri de düşünmek zorundadır. Kaldı ki İslam, başta kendi içindeki değişik anlama çabalarının özgürlüğüne ve İslam dini dışındaki din, düşünce ve vicdan özgürlüğüne yaşam alanı açar. Çünkü aklın idrak etmediğini kalp tasdik etmez ancak taklit eder.
Kur’an doğru veya yanlış olsun bütün inançlara “din” der. O halde her inanç yaşama hakkına sahiptir. İslam’ın ilkelerinden kopmadan semavî olsun veya olmasın diğer din ve müntesipleri ile tanışmak elzemdir. Çünkü bir şey, bu bağlamda din, hem kendinin ne olduğunu bilmekle, hem de ne olmadığını anlamakla en iyi şekilde öğrenilir. Kur’an, Müslümanlara aklederek “delil” bulmayı tavsiye eder. Delile dayanması sebebiyle Allah katında tek hâk din, İslam’dır.
Kur’an, toplumdaki şirk ve küfür inançlarıyla mücadelede mutlak bir anlayışa sahipken, tevhid inancına halel getirmeyecek örf ve gelenekleri aynen korumaktan çekinmemiş, hatta güzel geleneğin korunmasını tavsiye etmiştir. Amaç insanlık tecrübesinden faydalanmaktır. Bugün uzay çalışmalarında kullanılan matematiğin doğmasına 2500 yıllık bir gelenek kaynaklık etmiştir. Bu örnek Kur’an’ı anlama çabasında bizlere yol göstericidir.
İslam, hayatı anlama ve anlamlandırma çabasında nas ve akıl ilişkisini diri tutar. Aklı olmayan bireyin dini olamayacağını söyler. Dini, bilinçli olarak yaşamanın önündeki en büyük engeli ise taassup olarak görür.
Taassup; kişinin sahip olduğu inancını, kendine göre doğru olarak benimsediği dünya görüşünü ötekilere karşı düşmanca duygular içinde yaşaması ve diğer kişilere yaşam hakkı vermeyecek derecede, kendilerini ifade etmelerine engel olmasıdır. Bu durum din bağlamında iki şekilde vuku bulur. Kişi ya diğer din ve kanaat sahiplerine düşmanlık besleyerek, haklarına tecavüz ve taarruz etmek suretiyle ifrata ya da dine karşı laubali davranıp, alaya alarak tefrite düşer.
Oysa Kur’an bir idrak meselesidir. İdrakin sınırları, yani kişinin Kur’an’dan nasibini belirleyen unsurlar ise kişinin ilimden, irfandan, hikmetten, adetten, örften, haktan ve hukuktan, ticaretten, kültürden, sanattan ve spordan kısaca hayatın dinamiklerinden anladığı ve anlamlandırdığı kadardır.
Bununla birlikte kutsal kaynaklarımızı okumada dikkate alacağımız tutarlı bir yöntem eksikliğimiz söz konusudur. Her ekolün/grubun/yaklaşımın kendine mahsus ve “kendine yeten” metodolojisi, Müslüman geleneği tam anlamıyla bir ihtilaflar geleneğine çevirmiştir. Çünkü metotta ihtilaf sonuçta da ihtilaf doğurmaktadır. Müslümanların en azından temel konularda ortak bir yönteme sahip olmaları gerekmektedir.
“Kur’an’ın, herhangi bir yoruma ihtiyaç duymayacak kadar apaçık bir kitap” olduğunu kabul ederek işe başlayabiliriz. Bunun aksini iddia etmek, Allah’ın insanlara anlamaları için değil ihtilaf etmeleri için bir kitap indirdiği anlamına gelir. Burada “Peki, geleneğimizdeki bunca yazılan tefsirler ne olacak?” itirazı gelebilir ancak bir kitap hakkında bunca farklı yorumların yapılmış olmasının vebali kitabın kendisine yüklenilemez, hele de bu kitap; “Ben apaçık ve anlaşılır bir kitabım” diyorken…
Mevcut siyer kaynaklarımız ve Hz. Muhammed’in ilk örnekliğini nakleden tüm diğer kaynaklar; vahyin ilk muhatapları tarafından anlaşıl(a)madığına dair hiçbir bilgi vermezler. Kur’an’ın anlaşılmasına ilişkin farklı yorumların çok sonraları başladığını söylemek mümkündür. Bunun nedeni; artık Müslümanlar vahyin yazılı metnini okumakta ve anlamaya çalışmaktaydılar. Allah’ın Hz. Muhammed (as) üzerinden insanlarla kurduğu canlı bağlantı ve iletişim sonlanınca, Mushaf vahyin tüm tarihsel koşullarından soyutlanmış, ontolojik olarak maddi bir forma bürünmüştür.
Dolayısıyla tefsirlere konu olan yorumlar yazılı metinden anlaşılmaya çalışılan vahiydir. Burada asla ihmal edilmemesi gereken önemli bir fark vardır. Hz. Peygamberin tebliğ ve temsil ettiği vahiy, yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Yaşanarak anlaşılmıştır. Sonrasında ise içinde bizzat nebevi temsilin örnekliği yer almayan bu tebliğ sadece yazılı metinlerden anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu eksiklik, sonraki nesiller tarafından yorumla kapatılmaya ve doldurulmaya çalışılmıştır.
İslami ilimlerin zeminini teşkil eden rivayetler, önemli oldukları kadar sorunludurlar. Çünkü içlerinde sahih olan ile olmayan yan yana durmaktadır. Onları ayırt etmenin ne kadar zor olduğuna başta Hadis ilmi olmak üzere diğer İslami ilimler şahittir. Bu ifadeler, “Rivayetleri dikkate almayalım, onlardan vazgeçelim” anlamına asla gelmez. Fakat sıhhati zanna dayanan rivayetle, sıhhati kati olan arasında bir seçim yapmak gerekirse seçim kati olandan yana olmalıdır. Elimizde Kur’an gibi sübutu kati bir metin varken, rivayetlerin zannî bilgilerine mahkûm olamayız. Çünkü delaleti zannî olan bir ayetin bu “zannilik zaafını” kati/muhkem olan ayetlerle gidermek mümkündür. Çünkü Kur’an’da yer alan ayetler ya muhkem ya da muhkem olan ayetlerin açıklayıcılığıyla muhkem olan apaçık ayetlerdir.
Sonuç olarak; Kur’an her türlü apaçık bir kitaptır. Hasan Hanefî’nin ifadesiyle: “Vahiy; toplum, tarih, insanların gündelik hayatı, zamanları, sevinçleri, üzüntüleriyle bağlantı içindedir. Vahiy, problemler ortaya çıkmadan önce değil sonra bir çözüm olarak gelir.” Buradan hareketle vahiy yaşayan canlı bir organizmaya benzer. Düşünerek, tefekkür ederek, yaşanarak beslenmezse ölür. İlahi hitap gereği “Terk edilmiş bir kuru bir metne dönüşür.”
Kur’an’ı anlamanın en güzel yolu, vahyin tarihine bir bütün olarak, tafsilatlı bir şekilde vakıf olmaktır. Sadece Arapça bir metin tercüme ediyormuşçasına Mushaf’ı çevirenler, son derece yanlış çevirilere imza atmaktadırlar. Kur’an elbette tercüme edilmelidir ancak Mushaf’ın salt bir metin olmadığı, aksine bir tarihinin ve Hz. Muhammed(as) gibi bir temsilcisinin olduğu asla unutulmamalıdır. Kur’an, vahyin muhatap kitlesinden, bu kitlenin kültürel bağlamından ve tarihinden bağımsız olarak anlaşılamaz. Kur’an’ı okuyup anlayarak, yaşamlaştıracağımız günlerin yakın olması duasıyla…