Türkiye'nin ruhu; hudutları, coğrafya ve zaman çizelgeleriyle sınırlanmış bir atlastan çok daha fazlasını ifade eder. Geçenlerde de atıf yapmıştım Nezahat Nurettin Egeli Hanımefendiye. Bizler üniversiteye giderken, Türkiye düşünce tarihini akımlar üzerinden anlamak üzere bir okuma ve arşiv grubu kurmuştuk. Çok klasik bir ayrım üzerinden giderdik; Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık gibi çok genel ayrımlar üzerinden düşünceleri okuyup anlamaya çabalardık, yazılar biriktirir, kitaplar okur, kütüphane kurmaya çalışırdık. Ve fakat bu dörtlü düşünce koridorunun birbiriyle çok sıkı bağlantıları olduğunu bugünden bakınca daha kolay görüyorum, bundan doğal ne olabilir, aynı ülkenin, aynı en zor günlerini yaşayan düşünce insanlarının iç içe geçmiş kesişimlerde buluşmaları elbette normaldir...
Son Osmanlı münevverlerinden olan rahmetli Nezahat Egeli Hanımefendiyi dinlerken mesela, bu kesişim katmanlarını çok çarpıcı olarak görebilirdik. Prens Sebahattin'in talebesiydi Nezahat Hanım, biz kimi konuşmaya gidersek gidelim konuşmayı çeker çevirir Prens Sabahattin'e getirirdi. Jön Türklerin son kalıntısı olarak gördüğümüz Nezahat Hanım, gerçek bir liberaldi, gerçek bir Osmanlıcıydı, Türklüğünü asla yadsımazdı ve oldukça mütedeyyin bir hanımdı da, ezan okunduğunda konuşmasını kesecek kadar, bizlere vefat etmiş Osmanlı büyüklerine Fatiha okutturacak kadar... (Bugünlerde özellikle İslamcılık üzerine yazılan ve konuşulan ortamlarda, yukarıdaki düşünce akımlarının birbirleriyle sanki hiç ilişkisi yokmuş olmamalıymış gibi, yalıtılmış birer parçalanma üzerinden hareket ediliyor, hem doğal değil hem zamanın gerçeklerine aykırı)
Nezahat Hanımın bendeki en etkileyici girişimi kuşkusuz Memalik-i Osmani dediği büyük coğrafya atlasıydı... "Biz mektepte hocalarımız sorduğunda, Osmanlı mülkü üç kısımdır; Avrupa-i Osmani, Asya-i Osmani, Afrika-i Osmani derdik... Sizler nasıl tanıtıyorsunuz memleketimizin bugününü...' Diye sorardı. Afrika! Asya! Avrupa! Bunlar ne kadar büyük sözlerdi... Ama bizim büyükannemiz yaşlarındaki bir kadının günlük sözlerindendi...
Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan sonra ilkin bağımsızlığını kazanan, ardından Rusya tarafından işgal edilen Kırım, Avrupa devletlerinin 'şark meselesi' olarak adlandıracağı büyük hamlenin başlangıcındaki işaret fişeği mahiyetindeydi... Kırım'ın ne Osmanlı ile aslında ne de Rusya ile bağlantılı olmasını eskiden beri istemeyen Avrupa, bunu kadermiş gibi sürdürmeye günümüzde de özenle devam ediyor...
Şark meselesi, Osmanlı'nın Kırım ve Doğu Avrupa'dan atılması meselesiydi ve bu konuda Avrupa Devletleri, Osmanlı İmparatorluğu karşısından işbirliği içindeydi... Öyle ki; büyük devletler arasında 1814-1912 yılları arasında düzenlenen 3 önemli kongreden 2'si, 24 konferanstan 12'si Şark meselesiyle ilgiliydi.
Bazı siyaset tarihçileri, "Şark Meselesi'ni Osmanlı'nın Avrupa'dan atılması olarak değil de Türklerin Anadolu'dan da atılması haline taşırlar. Şark meselesini, İstanbul'un fethiyle başlatanların aksine, zaman hattını daha da geri götürerek, Malazgirt muharebesine yani Türklerin Anadolu kapısını açması hadisesine kadar götürürler.
Braudel'in "maceraperest bir savaşçı' olarak nitelediği Alaaddin Keykubat'ın haritasını düşünelim mesela: Kuzey ucu Sinop ve Kırım'da olan, güney ucu Antalya-Alaiye, Kıbrıs'ta olan, Doğu'da Erzincan hattından Van'a, güneyde Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi ile omuz omuza vererek Memlük'e dayanan, Orta Anadolu'da Konya, Kayseri, Aksaray, Niğde, Tokat'ta çok büyük destansı eserlerle mühürlerini güzergahına inşa eden, durmaksızın dolaşıp duran bir harita bu... Bu harita, aynı zamanda bugün için Türkiye'nin Ruhu diye adlandırdığımız büyük medeni atlasın bel kemiğini de koyar önümüze...
Batı'nın ve özellikle ABD'nin halen eski refleksleriyle hareket ettiği bir dünya haritasındayız... AB'ye bir türlü alınmayışımızda bile, Şark Meselesi hadisesi vardır. Ayaklarımızı çok güçlü şekilde basmak zorundayız bu yüzden... Bu ülke bizim hepimizin ve gidecek başka yerimiz yok!