ཏ. ve 20. yüzyılların en parlak ilim ve irfan yıldızlarından olan Ahmet Amiş Sultan, önceleri doğup büyüdüğü Tuna boylarında tahsilini tamamladıktan ve her kademede imamlık, muallimlik ve müderrislik yaptıktan sonra İslambol'a gelerek, Fatih Sultan Mehmet Han'ın türbesinde türbedar olmuştur.' Halvetiye-Şabaniye yolunun mürşid-i kâmillerindendir... Yetiştirdiği pek çok âlim, sanatkâr, sohbetlerinden irşad olan nice devlet adamı var. Hayatı; tanıklarının ve sevenlerinin hatıraları eşliğinde, yazar ve yayımcı Mustafa Özdamar beyefendi tarafından kitaplaştırılmış.
Kitabı okurken 'göçtü kervan kaldık dağlar başında' diyor insan. Yüzyıl önceki haritalarımız, atlaslarımız nasıldı, ya şimdi o eski haritalar bize nasıl da çarçabuk yabancı oldular... Sadece toprak kaybetmek ve ülke sınırlarının darlaması olarak küçülmek ve kısılmak anlamında değil geçirdiğimiz son yüzyıl. Son yüzyılın en büyük kaybını aslında dilimiz ve zihnimiz yaşadı. Hatta buna kayıp demek bile az, sanki yokluğa mahkûm edilmek gibi bir şeydir bizim zavallı halimiz... Çünkü dil, varoluşla ilgili en temel zemindir ve bizim mahkûm olduğumuz şeyse, kaybetmekten çok belki intihara yakın bir şey...
Mimaride restorasyon gibi kurtarma veya hafızayı canlandırma imkânları vardır mesela. Ama ya söz? Kaybolan bir harf bir kelimeyi yok eder, giden bir kelime havaya uçan bir cümle demektir, bir cümle düşerse bir kitaptır yaralanan, yaralı bir kitapsa bir kütüphanenin çöküşünü getirir... Kütüphanelerin yasaklanması, zincire vurulup dağıtılması, yakılması, yağmalanmasıysa, o milletin medeni anlamda ölümüdür...
Mustafa Özdamar Bey, Amiş Efendi'nin Fatih Sultan Mehmet Han Haziresindeki kabir taşındaki yazıyı almış ilk sahifelerine: 'Hamil-i emanat-ı Sübhaniye, Cami-i makamat-ı insaniye...' diye başlayıp, 15 beyitlik bir tanıtım nidası bu. Aradan 100 yıl geçtikten sonra, bizlerin kısmen, evlatlarımızın ise neredeyse hiç anlayamayacağı bir define saklı sanki bu hitaplarda...
''Kaldırın sırtıma garibi' başlıklı açılış bölümünde, herkesin iterek dışlayarak kovaladığı bir sarhoşu, ufak tefek cüssesine aldırmadan sırtlayıp, evine kadar götürmesi hikâyesi anlatılıyor kitapta. Ve kitap daha ilk sayfalarıyla açılıyor, sizinle konuşmaya başlıyor sanki. Amiş Efendi'nin ufak tefek olduğu için, 'amcacık' hitabının yerel şiveyle söyleniş şekli olan Amiş, aslında yanıltıcı bir isimmiş çünkü Amiş Efendi, göründüğünün aksine devasa bir manevi cüsseye sahip bir Allah dostuymuş. Garip bir dul hanımın oğlu olan bu sarhoş genç, ayıldığında çok mahcup olmuş, hoca efendinin elini öpüp af dilemiş... Allah dostlarının manevi kementleri olur diye okumuştum, bu olayın anlatıldığı sayfalarda, o gönül kemendinin rüzgârını hissettim... Öyle zannederim ki; türbedarlık bir bakıma bekçilik, manevi mirasın koruyuculuğu veya zamana mukayyet olmak gibi anlamları da barındırıyor...
Amiş Efendi'nin terbiye reçetelerinden: 'Cümle mahlûkatı kendinizden mukaddem ihvan bilmedikçe, şeyhe muhtaçsınız''... Bir terbiyeye, yol yordam bilmeye, yol göstericiye, izini takip edeceğiniz bir öncüye muhtaçsınız demesi ne kadar manidar. Hele ki günümüzde, iklim dengesini altüst etmiş, atmosferde devasa delikler açmış, ağaçları, ormanları mahvetmiş, toprağın sunduğu nice nimetleri hunharca harcamış günümüz insanlığı için ne kadar değerli bir ikaz...
Ve alçakgönüllülüğe davet; ''taş taş olmuş, yere yatmış... Onun kaderinde basılmak var. Ama sen sen ol! Yolda bir taş gördüğün zaman, sakın onu ayağınla itme! Elinle kaldır, bir kenara bırak...'
Yoksuluz ve üşüyoruz dedim kitabı okurken...
Okuma Önerisi: Ahmet Amiş Efendi, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Yayınları...