KISAS UYGULAMADA VE MİSLİ İLE KARŞILIK VERMEDE AHLÂKİ SINIRLAR…
Bu makaleyi hazırlamaktaki maksad, Cihad’ı ve devamında kısas uygulamalarının öncesine dikkat çekmek olacaktır. Dolayısıyla Kur’an üzerinden Rabbimiz özelde Rasulullah(sav) a, genelde ise bizlere İslam’a adam kazandırma hususunda erdemli ve âhlaklı bir birey olmamız hususunda ‘Allah’ın adını yüceltme uğruna hak yolunda gayret göster = cihad - mücahade etmek’, ‘mühlet ver –süre tanımak’, ‘yumuşaklık göster - mudâra’, ‘ gönül alıcı ol - mülayemet’ uyarılarda bulunuyor. Bunları dikkate alarak ve bu uyarılar etrafında ilgili konuları, ilgili ayet ve hadislerle açıklamış olacağım.
‘Cihad ve mücahede’ kavramları ‘cehd’ veya cühd’ kelimesinden türemişlerdir.
Cehd veya cühd, sözlükte çaba harcama, kararlı ve bilinçli bir şekilde gayret göstermek, nefis ile savaşma, düşmana karşı cihad etmek anlamlarına gelir.
Cihad ve mücahede ise, her türlü düşman saldırılarına karşı koymak üzere çaba göstermek demektir. İki kavram da aynı anlama gelmekle beraber, ‘cihad’ daha çok bedensel çabalar için, ‘mücahede’ ise daha çok ruhsal çabalar için kullanılmaktadır.
Cihad, Müslümanların Allah (c.c.) yolunda, Allah (c.c.)’ın adını yüceltme uğruna çaba gösterme, mal harcama, savaşma ve çalışmalardır. Cihad, açık bir düşmana karşı, nefse ve şeytana karşı yapılır. Bunlardan açık düşmana karşı mücadele etmeye ‘cihad’, nefse ve şeytana karşı mücadele etmeye de ‘mücahede’ diyebiliriz.
Ayrıca ilim alanında, özellikle fıkıh ilminde, bir hükmü bulmak üzere yapılan yoğun bilimsel çalışmaya, gösterilen çabaya ‘ictihad’, bunu yapan da ‘müctehid’ denilmektedir. Bütün bu kavramların anlam bakımından birbirleriyle yakın ilgisi vardır.
Cihad veya mücahede, mü’minin, bireysel İslâmî hayatını ve müslüman toplumu her açıdan korumak için gerekli bir çabadır. Cihad, İslâm düşmanlarına karşı İslâm toplumu ve yurdunu savunmak amacıyla, Allah (c.c.)’ın adını yüceltmek, tüm yeryüzündeki insanların Müslüman olmalarının önündeki engelleri kaldırmak ve yeryüzünden fitne ve zulmü azaltmak üzere yapılır.
Cihad ve mücahede, Allah (c.c.)’ın mü’minlere kesin emridir: “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”(2/Bakara-216)
Allah, (c.c) mü’minlerin mallarını ve canlarını Cennet karşılığında satın almıştır. Bunun içindir ki, mücahede Müslüman için bir şereftir: “Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil’de ve Kur'an'da Allah’ın hak bir vaadidir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişinizden dolayı sevinin. İste bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” ( 9/Tevbe - 111)
Yine Allah (c.c.), cihad ile, müslümanı imtihan ettiğini, gerçekten inanıp inanmadıklarını sınadığını buyurmaktadır. Bunun içindir ki Allah (c.c) yolunda savaş (mücahede), insanlar için aynı zamanda bir imtihan vesilesidir:
“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” ( 3/Âl-i İmran -142)
“Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.”(47/Muhammed-31)
“Yoksa, Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve mü’minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” ( 9/Tevbe-16)
Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin dereceleri çok yüksektir, mükâfaatları boldur: “Ey iman edenler! Acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Resulüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” ( 61/Saff -10-12)
Mü’minler, dünyayı ve içindeki meskenleri cihad’dan çok severlerse, bunun karşılığında cezalandırılacaklardır. İnanan insanın hayatta en çok değer vereceği iki şey Allah (c.c.) ve Rasûlü (s.a.v) olmalıdır. Onlar uğrunda yapılacak mücahedeye hiç bir şey engel olmamalıdır: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım- akrabanız kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, rasulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” ( 9/Tevbe-24)
Peygamber (s.a.v) de cihadın önemine pek çok hadisinde önemle vurgu yapmıştır: “Cihad, Allah'a en sevimli gelen ve en faziletli amellerden birisidir.” ( Buhari, Ahmed b. Hanbel)
Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “(Müslüman erkeklerden) kim, Allah yolunda, i’lâ-yı kelimetullah için, devenin iki sağımı arasında geçen müddet kadar savaşacak olsa, Cennet kendisine vacib olur.” ( Tirmizi, Ebu Davud, İbn-i Mace )
Cihad veya mücahede, Allah (c.c.) rızası, O’nun adı yüce olsun diye sevap kazanma amacıyla olursa bir anlam ifade eder. (Buhari)
Dünyalık bir çıkar için, şöhret, yağma ve intikam alma uğruna mücahede edenler, Allah (c.c.) yolunda değillerdir.
Mücahedenin diğer önemli bir cephesini de nefse karşı yapılan mücadele teşkil eder. Hatta bu ‘Cihad-ı Ekber’dir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) çölün sıkıntıları bir yana, çok meşakkatli geçen Tebük seferinden sonra, ‘Küçük Cihad’dan döndük, ‘Büyük Cihad’a gidiyoruz’ demiştir. Burada kast edilen ‘Büyük Cihad’, kişinin kendi nefsiyle yaptığı cihaddır. Nitekim Rasulullah (s.a.v) bir hadisinde: “Gerçek mücâhid, nefsiyle cihad edendir.” ( Tirmizi, Fedailu’l-Cihad) diye buyurmaktadır.
Rasûlullah, bu ifadeleriyle kıymeti son derece yüceltilen "cihad"ın, sadece düşmanla savaş olmadığını; fiilî savaş durumları dışında da, kişinin samimi bir niyetle cihad ecrine ulaşabileceğini beyan etmek suretiyle, şöyle yeni ve verimli bir ufuk açmaktadır:
Nefsiyle, yani kötülükleri emreden nefsi ile mücadele. Bu cihad aslında, düşmanla yapılan cihaddan daha zordur. Kişi, nefsinin, kötülüğe, tembelliğe, hevesâta olan meyillerini kırarak, hakka, ubudiyete, insanoğlunda mevcut hayırlı kabiliyetlerin inkişafına sevk edebilse, imanın gerçek büyüklüğü ortaya çıkar. Bunu yapabilen insanlar nadirdir. Resul (s.a.v.) bu hakikate binaen, hevâ ve heveslerine uymayarak nefis kavgası verene "gerçek mücahid" demiştir.
Nefisle yapılan mücadelenin de Allah (c.c.) nezdinde makbul olması için, bunun da "Allah için" yapılması gerekmektedir.
Nefse ve şeytana karşı yapılan mücahede, kuşkusuz mü’minin takva derecesine ulaşmasını sağlar. Nefsinin isteklerini sınırlamayan azgınlığa ve sapıklığa düşer. Şeytanın aldatmalarına erken kanar. Mücahede, mü’mine İslâm ahlâkı kazandırır.
Nefsin istekleri iki türlüdür:
1-Haklı olanlar
2-Haklı olmayan ve sınırı aşanlar
Müslüman, nefsinin haklı isteklerini karşılar. Çünkü hayatın devamı için buna ihtiyaç vardır. Aşırı isteklerine (şehvetine), hazlarına, hırslarına ise sınır koyar.
Aslında ‘nefsini terbiye etmek’, nefsi Allah (c.c.)’ın huzurunda teslim olmaya, İslâmi emir ve yasakları yerine getirebilir bir olgunluğa ulaştırmaktır. Bu bir anlamda onun İslâmi ilkelere, ibadetlere, Allah (c.c.) için fedakârlık yapmaya razı etmektir. Mücahede bu gayretin, bu çabanın, bu hedefin bir metodudur.
Mü’min bir kulun kendisiyle yaptığı mücahedenin yanısıra bir topluluk ile yapılacak mücahedenin önemini Mevdûdi Merhûm üç ilkeye dayandırır:
1- İslam davası yolunda elden geleni yapmak,
2- Bu dava için tüm imkan ve kaynakları seferber etmek,
3- ‘Allah kelimesi’ni yükseltmek için tüm kaynakları harekete geçirip mümkün olan her cephede İslam’ın düşmanlarıyla savaşmak. Bu da dille, kalemle, malla, hayatla ve diğer bütün araçlarla yapılan ‘ Cihad’ ı içine alır.
Bu üç ilkeye “evet” demekle beraber, bu konu hakkında bizi ilgilendiren ilk iki ilkeyi bir başka açıdan ele aldığımızda ‘Mühlet’ kavramı karşımıza çıkmaktadır. (86/Tarık-15-17 ve 16/Nahl-61)
Bu ayetlerde kafirlere ve zalimlere Allah’ın belirli bir zamana kadar süre-mühlet verdiği, günü geldiğinde de onları cezalandıracağı bildirilmektedir. Bunda elbette Allah’ın büyük hikmetleri vardır.
En geniş manada ‘Mühlet vermek’!..
Mühlet bir kimsenin başka birisine herhangi bir şeyi yapması yahut mükellefiyeti yerine getirmesi için zaman tanıması, süre ve fırsat vermesidir.
Mühlet, kendisine verilen kimsenin veya toplumun, içinde bulunduğu duruma göre özellik gösterir. Kötülük içinde bulunan kimsenin kötülüğünün ve dolayısıyla cezasının daha da artması için mühlet verilebildiği gibi, bir sorumluluğun veya bir taahhüdün yerine getirilmesi için fırsat vermek şeklinde de olabilir. Burada şu sorulabilir:
Allah, zalimlerin yaptıkları zulüm nedeniyle onları cezalandırmayıp, belirli bir süreye kadar ertelediği, onlara mühlet verdiği bir durumda bizler neden hemen kolay bir şekilde kısas yolunu seçiyoruz veya misliyle karşılık vermeye kalkışıyoruz?
Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için, “cihad da, kısas da haktır”. Altını çizmek isterim. Yukarıda anlatılmaya çalışıldığı üzre kanaatimce, müslümanların kendi aralarındaki işlemlerinde, ahlaki eğitimde ve birbirlerine karşı sorumluluklarında yardımcı olmak üzere süre tanımalı ve kolaylık göstermelidirler. İslam dininde esas olan kolaylıktır. Bu kolaylığı Allah emir ve yasaklarında ve ibadetlerin uygulamasında mü’minler için belirtmiştir. Aynı zamanda her bir müslüman da, müslüman kardeşine her zaman kolaylık sağlamalı ve onu rahatlatacak, maddi ve manevi sıkıntılardan kurtaracak davranışları benimsemelidir.
İlkeli bir Feta olabilmenin yolu ve Rasulullah (s)’a layık bir ümmet olmanın yolu şüphesiz ki, O’nun ahlakî ilkelerini benimsemek ve onları birer hayat kuralı haline getirmekten geçer. Mühlet verme toplumdaki ilişkilerin daha iyi seyretmesini de sağlar. Bunun içindir ki İslam ahkâmında mühlet önemli bir yer tutar.
Toplumdaki ilişkileri ahlaki zemin üzerinde sağlamlaştırmayı ve Allah namına verilecek mücadeleyi muhatabı ile, yumuşak davranma-alçak gönüllülük-tevazu anlamlarına karşılık gelen ‘Mudâra’ ile ele alacak olursak;
Mudâra, dini terminolojide kendisine veya başkalarına zarar gelmesi korkusundan dolayı iyiliği emretmek ve kötülüğe engel olabilmenin mümkün olmadığı durumlarda, fitneye neden olmamak için susmaya denir.
Mü’min kişinin kalbi haramı ve kötülüğü engellemek istediği halde içinde bulunduğu koşulların buna fırsat vermemesi halinde mudâra yapmak caizdir. Bu konuda Kurtubi: “Mudâra dünyanın veya dinin veya her ikisinin de salâhı için dünyalığın harcanmasıdır, bu mübahdır. Bazen de müstehabtır.” (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte 16/396) görüşünü beyan ederken, İmam Gazali’de: “İnsanlar üç kısımdır: Bir kısmı gıda gibidir. Bunlar herkese ve her zaman gereklidir. İkinci kısım, ilaç gibidir. İhtiyaç zamanında gerekli olurlar. Üçüncü kısım ise, hastalık veya virüs gibidir, bunlara ihtiyaç olmaz. Fakat onlar insanlara bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için mudâra etmek gerekir.” diyor.
Neticeten, mudâra yapmak caizdir ve bazen de müstehab olur. Nitekim bu makalede mudâra kavramını işliyor oluşum, kompozisyon geneli açısından bütünlük oluşturacağını murad ediyor olmamdandır. Bu muradımı girişten itibaren işleye-geldiğim konunun sonucuna varabilmek için, bir kişinin işleyeceği (örneğin, adam öldürmek) suçu karşılığında cezai müeyyidesi bakımından (“kısas yolu açık olabilir’’ -‘’misli ile karşılık da verilebilir’’) izlenilecek yolun bu olduğu inancındayım. Uygulanacak her müeyyidenin de öfke hâlinde değil, mülâyemetli bir hâl ile uygulanabilir olacağı görüşündeyim. Bu konuya en güzel örnek, bir savaşta Hz. Ali'nin mübarek yüzüne tüküren düşmanını bağışlaması verilebilir. ‘Ben seninle Allah yolunda ve sırf Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için savaşıyordum ve onun için seni öldürecektim. Sen yüzüme tükürünce öfkelendim, sana kızdım. Eğer o an öldürseydim, sana olan kızgınlığımdan dolayı bunu yapmış olacaktım. Yani seni Allah rızası için değil de, kendi nefsim için öldürmüş olacaktım. İşte bu düşünceyle seni serbest bıraktım.’ Bunu duyan adam, bu büyük asâlet ve ince anlayış karşısında iman ederek müslümanların safına katıldı. (Mesnevi, C.I, beyit: 3721 )
Son olarak, bu kavram üzerinde birtakım bilgiler paylaşarak kompozisyonu tamamlamak isterim.
Mülayemet; yumuşak huy, yumuşak davranma anlamındadır. Mülayemet’in zıddı, gazap yani öfkedir. Öfke kötü bir huy olup, din ve ahlakta yasaklanmıştır. Yumuşaklık ise övülen, din ve ahlakta fazilet sayılan bir davranıştır. Kur’ân’da Hz. Muhammed (s.a.v.) için şöyle buyrulur: “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, Sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onların kusurlarını bağışla, onlar için mağfiret dile ve (yapacağın) işlerde onlara danış. Karar verince de Allah’a dayan (tevekkül et). Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (3/Al-i İmran-159)
Evet, Allah’ın rahmetiyledir ki Rasulullah (s.a.v) müslümanlara yumuşak davranmıştır. Çünkü Allah lütuf sahibidir ve yumuşaklılığı sever. Peygamber efendimizin hayatında insanlara yumuşak davrandığını bize gösteren sayısız örnekler vardır. O hiçbir zaman kin tutmamış, kendisine düşmanlık edenleri bağışlama gibi yüce bir erdemi sergilemiştir. Kendisine olmadık hakaretler ve büyük eziyetler eden Taif halkı için beddua etmemiş, kendisini öldürmeye çalışan birisini, öldürme fırsatı elinde olduğu halde affetmiş, âdaptan habersiz bedevilerin yapmış olduğu kabalıkları yumuşaklıkla karşılamış, Mekke’nin fethinden sonra kendisine en büyük düşmanlığı yapıp savaşan kimseleri bağışlamıştır.
İşte bu kadar sabırlı ve cefakâr olması, insanlara rıfk ile muamele etmesi tebliğindeki başarıyı sağlayan öğeler olmuştur. İslâm’a davette diğer programın adı Fütüvvet’tir. Fütüvvet; alçak gönüllülük, yiğitlik, eliaçıklık, başkalarını sevmek, dünya malına önem vermemek, hoşgörü vb. gibi ahlaki temellere dayanan, diğer bir ifadeyle; nefsine söz geçirme gibi ahlâkî nitelikler ile kendisini geliştirmektir. Yine Hz. Peygamber’in “Ali’den daha üstün yiğit (fetâ), Zülfikâr’dan daha güçlü kılıç yoktur.” (Aclûnî, II, t.y.: 363 (3069) hadisi, fütüvvetin en önemli dayanaklarından birini teşkil etmektedir. Peygamber Efendimizin şu hadisleri her Müslüman için yol gösterici olmalıdır. İbni Mes’ud anlatıyor: “Resulullah (sav) buyurdular ki: “Kendisi ateşe haram edilen ve kendisine de ateşin haram kılındığı kimseyi size haber vermeyeyim mi? Ateş, (halka) her yakın olana, yumuşak huylu ve insanlara kolaylık gösterene haram kılınmıştır.’ (Tirmizi)
Cerir (r.a) anlatıyor: “Resulullah (sav) buyurdular ki: “Bir kimse yumuşak davranmaktan mahrum ise hayrın tamamından mahrum olur.” (Müslim)
Yumuşaklık, her türlü zillet ve hakarete katlanmak, dövülüp sövülmeye razı olmak değildir. Saldırma ve hakaret, Müslümanın vakar ve şerefini kıracak derecede şiddetli olduğu zaman “misli ile karşılık vermek” gerekir. Bu karşılık verme, yapılandan fazla olmamalı, kanun ve ahlâk sınırlarını aşmamalıdır. Ahlâk sınırları aşılmadığı takdirde Hz. Ali örneğinde gördüğümüz gibi: ‘‘Cihad, aslında dine ‘Adam’ kazandırıyor.’’
Vesselam…
Serkan ADIGÜZEL