Latince bir kelime olan 'persona / kişi' demek.. 'Grata' da 'hoş karşılanan, iyi, saygın,' gibi mânalara geliyor.. 'Persona Grata' da, 'saygın, beğenilen, memnun olunan kişi' mânasında..
'Persona non Grata' ise, bu mânaların tam tersi.. 'Saygıya lâyık olmayan, istenmeyen, hoş karşılanmayan kişi'..
Bu deyim, B. Amerika öncülüğünde AB ülkesi 6 devlet ve (AB üyesi olmayan Avrupa ülkesi) Norveç ile Kanada ve Yeni Zelanda'nın Türkiye'deki elçilerinin Türkiye'nin içişlerine karışmaları ve terör eylemlerinde azmettirici ve yönlendirici olmak gibi suçlamalarla tutuklanıp yargılanmakta olan O. Kavala isimli kişinin 'derhal serbest bırakılması' yönünde ve 'Müstemleke Valileri'nin küstah tavırlarıyla, TC. Dışişleri Bakanlığı'na bildirdikleri 18 Ekim'den beri, günlerdir, iç ve dış kamuoyunun gündeminde..
O küstah ve dayatmacı bildirim üzerine, C. Başkanı Erdoğan da, bu küstahlıkların asla kabul edilemez olduğunu ve diplomasideki 'Persona Non Grata..' imkânını harekete geçirileceğini dünyaya ilân etti.
Diplomaside , sefirlere / elçilere nasıl davranılacağı ve onların nasıl davranacakları konusunda özel kurallar geliştirilmiştir. Elçiler, 'uluslararası hukukta kabul edilmiş kurallar'a tâbidirler; konsoloslar ve diğer diplomatlar ise, taraflar arasındaki ikili anlaşmalara..
Elçilerin belirlenmesi de öyle sıradan bir tâyin değildir.
Önce, bir devlet, elçi olarak göndermek istediği kişilerin isimlerini, karşı tarafa gizli olarak bildirir. Muhatab devlet, onlardan birisini kabul eder veya etmez. Ederse, 'agrément/ kabul' bildirir.
Elçi gelir ve ülkesinin temsilcisi olarak, gönderildiği ülkenin en üst otoritesine, Kral/Kraliçe, Padişah, Sultan, Melik, Başkan vs. her kim ise ona, 'İtimadnâme'sini / 'Güven Mektubu'nu sunar.
Bu, 'Can güvenliğim size emanettir, size güveniyorum..' demektir.
Yazık ki, ulemâmız, milâdî 1720'lere kadar, 'Dâr-ul'Harb' denilen, yâni küffâr'ın hâkim olduğu diyarlarda bir Müslüman'ın devamlı yaşayamayacağına dair bir görüş taşıdıklarından, o ülkelerde 'Daimî İkamet elçilikleri' açılmasına izin vermemişlerdi.
Bir ülkeye sefir mi gönderilecek, hemen bir heyet hazırlanır, atlar, muhafızlar, gidiş-gelişte yetecek kadar gıda maddeleri yüklü kafilelerle hedef ülkeye gidilir, mesajlar verilir-alınır, müzakereler yapılır; andlaşmalar yapılır veya yapılmaz; geri dönülürdü. Ve, bu heyetlerde karşı tarafla konuşacak ve andlaşmaları yazacak olanların çoğu da, Fenerli Rûm Beyleri denilenlerle Yahudi ve Ermeni vs.lerden oluşan yabancı dil bilen Osmanlı tebâı kimselerdi. Yapılan andlaşmalarda üzerinde konuşulup yazılanların ne mânaya geldiğini de en dakik şekilde onlar açıklıyorlardı.
Yani, bir za'fiyet noktası..
Avrupa ülkelerinin sefirleri, Osmanlı'nın içinde bir takım entrikalar tertib edecek kadar rahat bir şekilde icrâ'y-ı san'at eylerken; Osmanlı'nın Avrupa'da olup bitenlerden haberleri, sefarethanelerdekilerden sızdırılanlarla ve yerli ve yabancı tâcirlerin, seyyahların bildirdikleriyle sınırlıydı. O kadar ki, Avrupa, Katolik ve Protestanlık mezhebleri arasındaki korkunç boğuşmaları yaşarken; Osmanlı, bu konuları oralarda 'Daimî İkamet Elçisi' olmadığından, resmî yoldan öğrenemiyordu.
Avrupa'ya gönderilen ilk daimî Osmanlı Sefiri, Paris'e 1720'de gönderilen '28 Çelebi Mehmed Efendi' diye anılan kişidir.
Şimdi, elçilerin yetki ve sorumlulukları uluslararası hukuk kurallarıyla belirlenmiştir. Bu konuda, uluslararası 'Viyana Sözleşmesi' imzalanmıştır ve her ülkeyi bağlar. 'Elçiye zeval yoktur', elbette.. Ama, 'elçi'ler yetki alanları dışına çıkarlarsa; işte o zaman, evsahibi ülke o elçiyi 'İstenmeyen adam' ilân edebilir ve verilen mühlet zarfında gitmezlerse, artık can güvenliğinden evsahibi ülke sorumlu değildir.
Buraya kadar olan kısım, konunun diplomasi hukukuyla ilgili..
Asıl mühim olan, Amerikan Başkanı Biden'ın, Türkiye Başkanı Erdoğan'a nasıl duygular beslediği konusu..
'Ortadoğu'daki en büyük engelimiz ve problemimiz Erdoğan.. Suriye'deki projelerimizin başarısızlığa uğramasının asıl sorumlusu da Erdoğan'dır, bunun bedelini ona ödettireceğiz..' diyen Biden değil miydi, geçen sene..
Bunu söyleyen bir maddî süper-güç'ün 'elçi'sinin de sınır tanımayacağı açıktı. Erdoğan da söylenmesi gerekeni, hamâset olarak değil, başkanı olduğu milletin ve devletin haysiyet ve izzeti için söyledi; dikleşmek için değil, dik durmak için..
Ve, bu 10 ülkenin büyükelçilerinin Türkiye'den kovulmaları elbette beklenmez gelişmeleri de getirebilirdi. Bu yüzden, Amerikan Büyükelçiliği, 'ABD, 18 Ekim tarihli açıklamaya ilişkin bazı soruların yöneltilmesi vesilesiyle, Diplomatik İlişkiler Hakkındaki Viyana Sözleşmesi'nin 41. maddesine riayet etmeyi teyid eder' açıklamasıyla durumu yumuşatma yolunu seçti.
Erdoğan da bu açıklamayı olumlu bulduğunu belirtti.
En azından, bir daha böyle açıklamalara ve müdahalelere bir daha teşebbüs edecek olurlarsa, daha çok düşünürler. Yoksa, yarınlarda, bu taleplere Selo veya Apo'lar da eklenirdi..
Şimdi, 'psikolojik savaş'ın yeni bir merhalesine geçildi.. İçerde ve dışarda Erdoğan'ın dik duruşunu hayranlıkla izleyenler olduğu gibi; Amerikan emperyalizminin borazanı durumunda olan New York Times ve Washington Post gazeteler, 'Erdoğan'ın geri adım attığı' iddiasını manşetlere çektiler.
Ama, asıl ilgi çekici olan ise, dışardakilerin oyunları değil, Erdoğan düşmanlığından dolayı, -Amerika'nın zımnen de olsa- diplomatik olarak geri adım atmasından rahatsız olan içimizdeki mâlûm güruhun sergilediği hayıflanma tabloları.. İçimizde de 'Persona non Gratalar' hiç de az değil..
Halbuki, onlar, Erdoğan'ın bu kez 'çıkmaz'a saplanacağını heyecanla bekliyorlardı.
Kaynak / Star Gazetesi