Dünkü yazıda özellikle 1877-78 (Hicrî-1293)’deki ve bizim çok ağır bir yenilgi aldığımız Osmanlı- Rus Savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı, Rusya’yla işbirliği yapan -ermeniler değil, ermeni halkı adına diyerek silahlı mücadeleye atılan ermeniciler’in, Rus Ordusuna yardım etmeleri ve İstanbul’daki Ermeni Patriği’nin de, Balkanları aşıp İstanbul önlerine, Yeşilköy’e -o zamanki adıyla Ayastefanos’a- kadar dayanan Rus Ordusu’nun Başkomutanına minnet ve şükranlarını sunmasına değinilmişti.
Bu gelişmeleri başkaları yapsaydı, belki o derece bir ruhî kopma olmazdı.
Ama, Osmanlı Ordusu’nun Mutfağı’na girmelerine izin verilen ve kendilerine emanet edilecek derece, sadakatlerine itimad edilen ve ‘millet-i sâdıqa..’ diye isimlendirilen bir gayrimüslim kavmin adına, Osmanlı’ya ihanet edenler karşısında, sosyal bünyede nasıl bir rûhî kopma meydana geldiği tasavvur edilmelidir.
Aslında, Daşnaksutyun ve diğer ‘ermenici silahlı mücadele’ teşkilatlarının ilk kez, 1859’da, Erzurum’daki Ermeni Mektebi’nde ilk ayrılık marşlarıyla bayrak açtıkları biliniyor..
Ayrılık ve isyan konusundaki o ilk ‘çıkış’ın kısa sürede netice vereceği düşünülemezdi, ama, ’93 Harbi’ felâketimiz, Osmanlı’nın ölmekte olduğu kanaatine kapılan nice etnik veya ideolojik gruplarının, Osmanlı’nın coğrafî bedeninden bir parça kapmak iştahını kabartmıştır.
Nitekim, Babilonya’dan sürülmelerinden sonra 2000 yıl devletsiz olarak dünyanın her bir tarafına dağılıp varlıklarını küçük cemaatler halinde sürdüren ‘Yahudilerin bir vatanının olması’ ideali demek olan sionizm yolunda, ilk ‘sionist kongre’yi Theodor Herzl’in 1897’de İsviçre -Basel’de, topladığını da hatırlayabiliriz.. (Ki, bu ideal de, Basel Kongresi’nin üzerinden henüz yarım asır geçmekteyken, iki Dünya Savaşının ortaya çıkardığı şartlarla 1948 yılında İsrail adında bir devletin kurulması sonucunu verecekti.)
‘Ermenici silâhlı mücadele’ teşkilatları da, eylemlerini tırmandırarak dikkatleri üzerinde toplamakta, Osmanlı’yı içerden çökertmekte hizmet edebilecekleri ümidiyle, başta Fransa ve Rusya olmak üzere emperial güçlerden her eylemleriyle daha bir artan destek ve taltifler almaktaydılar.
İşte öyle bir dönemde, 1896’da, o dönemin ‘Merkez Bankası’ konumunda olan ‘Osmanlı Bankası’ bile bir ‘ermenici’ grup tarafından soyulmuş; bazıları yakalanan failler, dönemin ‘Duvel-i Muazzama’ denilen emperial güçlerce himaye edilmişler, cezalandırılmalarına bile gidilememişti.
1905’te ise, Sultan Abdulhamîd’e karşı Yıldız Câmiindeki Cuma Selâmlığı sırasında bombalı bir saldırı düzenlenmiş ve Sultan, Cami çıkışında Şeyhulislâm Efendi ile ayaküstü bir-kaç dakikalık bir sohbete daldığı için, saatli bomba, Sultan’ın beklenen noktaya henüz gelmediği bir anda patlamış, onlarca insan parçalanmış, ama, Padişah kurtulmuştu.
Bu başarısız saldırı, özellikle İstanbul ve Selânik’teki okumuş sınıfları, ‘Abdulhamîd gitsin de, her ne olursa olsun..’ kanaatini taşımayı, münevver/ aydın sayılmanın şartlarından sayan taifeyi hayli üzmüştü.
Kur’an’a hakaret eden şiirleriyle materyalist dünyaya selâm çakanların öncüsü olan Tevfik Fikret, ‘Bir Lâhza-i Teahhur /Bir anlık Gecikme’ isimli şiirinde ‘Ey şanlı avcu dâmını (tuzağını) beyhûde kurmadın; /Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın..’ diye o terörist saldırının başarısızlığını teessüfle anıyordu.
Temmuz-1908’de İkinci Meşrutiyet ilân edilmiş, Makedonya dağlarının çetecileri, Selânik’in ünlü masonik kesimleri, rûm, bulgar, ermeni ve diğer gayrimuslim etnik veya diğer sosyal gruplarla, Müslümanların arasından ön plana çıkmış olan isimler İstanbul caddelerinde kolkola, ‘hürriyet’in tadını çıkarıyorlar, Meşrutiyet’i kutluyorlardı.
Bu bayram coşkusu 5-6 ay kadar devam etmiş ve sonra, herkes kendi gizli emellerinin siperlerine çekilmiş ve 31 Mart 1909’da Sultan Abdulhamîd'e, ‘Meclis-i Âyân’ üyelerinden Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi, Draç Mebusu Esad Toptanî Paşa ve Selânik Mebusu Yahudi Emmanuel Karasu Efendi'den oluşan bir heyet, ‘Elmalılı Hamdi Efendi’nin ‘Hal Fetvâsı’yla azledildiğini tebliğ etmişler; İttihad-Terakkî Cemiyeti’ , ellerinde oyuncak olan Şehzâde Reşad’ı Sultan olarak taht’a geçirmişti.
Ve aradan 1 yıl geçmekteyken, 1911-13 arası, bu kez de Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan ordularının ortak saldırısıyla başlayıp, korkunç bir yenilgi daha taddığımız Balkan Harbi Faciası..
1914’te de Birinci Dünya Savaşı’nın patlaması..
Savaş başlayınca, Rus Orduları, ‘93 Harbi’ günlerindeki gibi Kafkaslar’ı yeniden aşmış, Doğu Anadolu’ya giriyordu. Devletin daha bir zaafa uğrayan otoritesi karşısında Ermeni kitlelerinin, ‘ermenici’ teşkilatlar eline düşmemesi ve Ruslara tekrar yardımcı olmaması için, bir tedbir mahiyetinde, ‘tehcir’ine zorla göç ettirilmesine, Suriye’ye doğru göç ettirilmesine karar verildi.
Ama, tren, otobüs, yol yok, yüzbinler yaya olarak, varlıklarından alabildiklerini kağnılara veya merkeplere yükleyip, kışın soğuğunda, yazın kavurucu sıcağında, bin km.yi aşkın mesafedeki Suriye’ye gitmek zorunda kaldılar.
Ama, devlet tarafından tezgâhlanan bir katliâm sözkonusu değildi.
Doğrudur ki, bu bir facia idi. Devletin zayıflamasını fırsat bilen haydut yaratılışlı insanlar da bu kafilelere çok zarar vermişlerdir. Ama, aynı durum, Müslüman halk için de geçerli değil miydi? Hattâ, sadece ‘ermenici’ler değil, türkçü, kürdçü, arabçı, keldanici, vs. nice etnik gruplar da birbirleriyle boğazlaşmaya başlamışlardı, can çekişen Osmanlı’nın topraklarında..
Ve ölenler sadece ‘ermeni’ler miydi?
O facialı ‘Seferberlik’ yıllarında, savaş ve iç boğuşmalarla, ekseriyeti Müslüman halklardan 6-7 milyon Osmanlı vatandaşı da ölmüştü.
Ama, onlar zâten ölmeliydiler.
Emperial güçler onların mâtemini mi tutacaktı?
Kaynak / Star Gazetesi