6 Kasım günü Batman'da, ellerinde devletin hâkimiyet sembolü olan bayraklar, kadınlı-erkekli binlerce insanın C.Başkanı Erdoğan'ı coşkun bir şekilde dinlediklerini görünce, daha 15 sene öncelerde A. Necdet Sezer'in Diyarbekir'e C.Başkanı olarak yaptığı gezide, sokaklarda kimsenin olmayışını ve C.Başkanı'nın sanki gizleniyormuşçasına caddelerden aceleyle geçişini ve her tarafta sadece çok sıkı güvenlik güçlerinin görüldüğü sahneleri hatırladım.
Çünkü, Erdoğan'ın o karşılamada, sıradan bir siyasî parti mitingi denilemeyecek derecede, yüreklerin derinlerinden kopan bir muhabbet söz konusuydu.
7 Kasım günü de Erdoğan'ın yine Batman'da, gençlerle 2 saati bulan bir sohbeti vardı..
Dahası, Cumhurbaşkanı'nın huzurunda hele bir Kürt kızımızın, sevinçten gözlerinin içi ışıldayarak sözlerine Kürtçe olarak başlayışı ve 'Evimizde bile ana dilimizi korkarak konuşuyorduk sayın Cumhurbaşkanım, geldiğimiz bu noktayı size borçluyuz..' demesi, 100 yıldır bu konuda nasıl faşist bir uygulama yapıldığını hâlâ anlamayanları utandıracak bir çarpıcılıktaydı. O gençler Müslüman halkımızın 'cumhur'unun / ekseriyetinin gençleri idi ve kendi içlerinden, dertlerini bilen ve dertlerini bütün açıklığıyla açabilecekleri bir Cumhurbaşkanı'yla ilk olarak bu kadar yakın ve perdesiz konuşmanın sevincini sergiliyorlardı.
Halbuki, 20-25 sene öncelerde, Hayri K. isimli bir generalin, -sanırım Malatya civarındaydı-, önünde diz çöküp derdini ağlayarak anlatmaya çalışan bir Kürt kadını karşısında, 'İsteğini türkçe söylesin, o zaman dinlerim..' deyişindeki hoyratlığını yurt dışında ekranlardan izlemiştim, hayretler içinde..
Osmanlı'nın son döneminde emperyalist güçlerin, Osmanlı'nın Müslüman halkları arasında da uyandırdığı, şeytanî ırkçı ve kavmiyetçi cereyanlar, sonunda 'ulus-devlet' fikrinin Müslümanlara ârz olması kardeşlerin birbirinden uzak durması musibetini getirdi .. Bunun tedavisi de ancak, aynı kalp dilini ve aynı inanç potasında kaynaşıp bütünleşmekten geçer.
Osmanlı'nın 600 küsur yıl devam eden devlet geleneğinde son yarım asrı çıkarırsak, o asırlar süren hükûmetinde, en güçlü tarafı, üzerinde hükümfermâ olduğu hiç bir halkın dinine, diline, inancına müdahale etmeyişidir.
Bugüne kadar C.Başkanı sıfatını taşıyan 12 kişiden M. Kemal ve İsmet Paşa'lar mâlum, asker kişiler olarak 1923-1950 arasındaki 27 yıllık dönemi 'Şeflik' döneminin bütün özelliklerini taşıyarak, Sultan 2. Abdulhamîd'e nispet olunan 'müstebit' sıfatının tam ayar örneklerinden olarak saltanat sürmüşlerdi.
Ondan sonrakilerden Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren de general /amiral statüsünde ve ilk iki Şef'in ilke ve ideallerine sımsıkı bağlı idiler.
Diğer 6 C. Başkanı sivil idiler ama, onlardan Celâl Bayar da, asker kökenli C.Başkanlarından farkı olmayan, 'generalleşmiş sivil' durumundaydı.
1989'dan sonra, arka arkaya gelen Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer, Abdullah Gül'dörtlü'sünden, Sezer ile, 28 Şubat 1997 Askerî Zorbalığı günleri ve sonrasındaki Demirel, hele de Kemalist ilkeler ve laiklik söz konusu olunca, birer 'hırçın sivil general' oluvermişlerdi. Böylece Demirel, halkla eskiden kurduğu diyalog bağını kopardı.
Özal ve Gül ise, halkla diyalog kurabiliyorlardı. Erdoğan ise, sanırım, halk kitleleriyle bağını en güçlü ve sürekli şekilde kurup sürdüren bir C. Başkanı..
Halk kitleleri, öncekilere yaklaşamıyorlardı bile..
Nasıl yaklaşsınlardı..
İkinci Şef'in durumunu, okuma yazması olmayan rahmetli anamdan dinlerdim.
Bizim köyümüz, Samsun- Ankara karayoluyla Samsun- Sivas demiryolu'nun geçtiği vadiye 1,5-2 km. kadar uzakta ve 300 metre kadar yükseklikteydi.
İsmet Paşa o demiryolundan Samsun'a 'beyaz tren'le geçermiş..
Köylüler yırtık-pırtık elbiseler içinde, yalınayak, ya da çarıklı olduklarından, 'Millî Şef'imizin göz zevkıni bozmasınlar' düşüncesiyle olsa gerek, demiryoluna yaklaştırılmazlar ve 1 km. kadar uzakta tutulurlarmış.. Halkımız, o 'beyaz tren'e, uzaktan âdeta kutsal bir nesne gibi bakarmış..
Ve sözünü ettiğim bu sahneler, evet, o zamanlar ülkenin daha çok geride kalmış / bıraktırılmış Güneydoğu ve Doğu Anadolu'sunda değil, üstelik de Karadeniz'in en gelişmiş kesimi olarak bilinen Samsun yöresindendi.
·
1930'larda, dönemin uygulamalarının alkışçısı bir gazetenin haberi, 'Dün halk sahilleri doldurdu, vatandaşlar denize giremedi!' şeklindeydi. Çünkü, vatandaş denilenler kendi taifelerinden olanlardı; diğerleri, halk!
Yıllarca önce, o iki Şef'ten birisini gösteren bir fotoğraf yayınlanmıştı. Üzerinde bir mayo, tek başına kumsalda oturuyordu. Uzayıp giden sahil boyunda tek kişi bile gözükmüyordu. Ama, gazete o fotoğrafın altına, 'O, daima halkı ile iç içeydi..' yazısını kondurmuştu.
Muhalefet lideri KK, Beştepe'deki Külliye'yi kastederek devamlı, 'Saray'larda oturanlar halkın halinden anlamazlar' diye söylenmekte.. Ama, kendilerinin, 'çizgilerinden 1 milim bile sapmadık, sapmayacağız..' dediği liderleri nerede oturuyorlardı? Herhalde o 'Şef'lerin, hangi saray ve köşklerde oturduklarını bilen nesillerin hayattan çekildiğini düşünüyor ki, öyle konuşuyor.
Halk kitleleri, gönül okşayıcı güzel lafları çok dinlemiştir.. Ama, aslolan, kalb diliyle konuşabilmektir.
Kaynak / Star Gazetesi