Önceki yazımda Giresun'un fındık bahçelerinden ve oralarda özellikle de fındık toplamak üzere, aileler olarak gelen mevsimlik işçilerden söz edilmişti. Bu -ülke içi de olsa- 'gurbetçi mevsimlik işçiler'den çoğu geçmiş yıllarda da gelip aşinalıklar kurmuşlar, yöre halkıyla dost olmuşlar.. Onların o bahçelerde birer işçi gibi değil, o fındıklıkların sahibi gibi çalıştıklarını görmek ülke bütünlüğüne dinamit koymak isteyenleri kahırlandıracak mahiyetteydi.
Bulancak'ta Atlı Spor Kulübü tesislerinde kahvaltıya götürüldük.
Her tarafın yemyeşil olduğu bir mekân.. Bu tesislerin 'sanatkâr-sever' görünümlü işleticisi, duvarlarda özellikle de sinema ve TV filmlerinde ünlenmiş ve çoğu vefat etmiş 60-70 kadar kişinin fotoğraflarını çerçevelettirip itina ile asmıştı. Aralarında, gayrimüslim tebaadan 4-5 isme de yer verilmişti.
Ama, onların içinde, İslâmî kimliğiyle bilinen bir kişiye bile yer verilmemişti. Halbuki, sanatçı diye nitelenen kişilere saygı ve vefa gösterilmesi söz konusu idiyse, orada başka eğilimde olan nice isimler de bulunmalıydı. O sportif faaliyet merkezinde bu kadar ayrımcılık olmamalıydı. Üstü kapalı olarak, kendi dünyasından başkasına kapalı olduğunun mesajını veriyordu, ısrarla.. Bu yanlışın giderileceği umulur.
O sırada, 8-13 yaşları arasında oldukları tahmin edilen, kızlı-oğlanlı, 35-40 kadar çocuk getirildi oraya.. Çocuklar o yörede fındık toplamaya gelen ve hemen tamamı Urfalı olan ailelerin çocukları imiş... Cıvıl-cıvıldılar. Orası, bir anda bayram yerine döndü.. Başlarında öğretmenleri de vardı elbette... Çocuklar daha önce dağ-taş her tarafın yeşille kaplı olduğu bir coğrafyayı sadece ekranlarda veya kartpostal fotoğraflarda görmüştüler belki de.. Ülkelerinin bu kadar güzel olduğunu tasavvur bile edememişlerdi, her halde.. Bazılarıyla konuştum.. Beni dinliyor gibi gözükseler bile, o yemyeşil tabiata, üstelik devletin (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın) verdiği ve hepsini eşitleyen kılık-kıyafet içinde, daha bir sevinçli olarak doyasıya bakmayı tercih ediyor gibiydiler. Anlayabildiğim kadarıyla, kimisi Arap, kimisi Kürt ve kimisi de Türk kavminden olan ailelerin çocuklarıydılar ve birbirleriyle kardeşliğin en ivazsız, en içten örnekleriyle kaynaşmıştılar. Aman Allah'ım, her birisi de ne kadar sevimliydiler... Hele oradaki atlara bindirilip dolaştırılmalarıyla daha bir mest oluyorlardı.
Ülkenin özellikle de fakir ve kıraç bölgelerinden böyle yüzbinlerce- milyonlarca çocuklarımız var ki, onların her birisinin de ülkenin diğer yörelerine getirilmeleri, onlarda, 'Bu vatan evet, hepimizin ve her yerinde bir ayrı güzellik var...' duygusunu daha bir canlandırmasına zemim hazırlayacaktır.
Biz o mekândan ayrılıp, geçen sene ağır bir sel felaketine maruz kalan Dereli ilçesine doğru yola çıktık...
O selin dağlardan getirdiği birkaç tonluk kocaman kaya parçaları dere kenarlarında hâlen de görülüyordu. Ama, Dereli'de hummalı bir yıkım ve yeniden yapım çalışmaları bütün hızıyla devam ediyordu. Derin vadiler içinde, şirin bir ilçe Dereli...
Dereli'yi ilk görüp de Karadeniz'i bilmeyenlerin ilk söyledikleri söz, 'Kardeşim, niye dere kenarına yapıyorlar evlerini, ya da yamaçlara?' oluyor. Ama, yerleşim birimi olarak seçilecek başka bir mekân yok..
Doğrusu, 1 yıl içinde bu kadar büyük işler yapılacağını sanmıyordum.. Dereler, bentler, köprüler, yeniden yapılıyor.. Dere kenarındaki hasar gören 100'lerce bina yıkılmış, çalışmalar devam ediyor. İki yamaçta, yokuşlarda 260 kadar çok güzel konut TOKİ tarafından yapılmış, hak sahiplerine verilmek üzere, hazır hale gelmiş vaziyette..
Ancak, yeni köprülerin de yine düz beton sistemine göre yapıldığı görülüyor. Gerçi, dağlardan yeni sellerde gelecek kayalar ve tomrukları tutmak için daha yukarılarda bentler ve havuzlar yapılmış, onların yeterli olacağı da şüpheli.. ama, Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki kemerli köprülerin sellere asırlarca dayandığı göz önüne alınmalı değil miydi?
Dereli'den sonra daha yukarılara, Kulakkaya yaylasına geçtik. İsviçre ve Avusturya'da Alp'lerin yamaçlarında görülen çam ormanlarını geride bırakacak 30 metre yüksekliğe doğru uzanmış muhteşem çam ormanları.. Yol üzerinde, 'Mavi Göl' denilen ve insanı âdeta sihirleyen küçük boy şelaleler.. Daha ileride, Denizli-Pamukkale'yi hatırlatan ve yamaçlardan gelen suların kimyevî terkibiyle bembeyaz 'travertenlerin oluştuğu kayalık yamaçlar.. Yeni düzenlemelerle havuzlarda toplanan sular ve bembeyaz zeminler, nefis...
Kulakkaya'dan serinleşen havanın üşütmeye başladığı akşama doğru Giresun'a dönüyor ve dostlarla buluşuyoruz. Ertesi sabah erkenden Trabzon ve daha doğuya doğru yol alıyoruz ve İyidere civarından güneye doğru, vadilere yöneliyoruz.
Yol üzerinde bazı eski bürokratlarla buluşma ve 1-2 saati bulan sohbetler..
Kaçkar dağlarının ve Anzer yaylalarının vadileri ve 2200 metre yüksekliklerin altından, Türkiye'nin en uzun tüneli olan 14,5 km'lik Ovid Tüneli'nden İspir'e vardığımızda akşam vakti olmuştu. Tünelin sıkıcı gelmemesi için olmalı, içi rengarenk ışıklarla donatılmış..
Eski bir kalenin eteğindeki İspir'de, Emir Tuğrul Şah adına yapılmış Selçuklu tarzı bir mescit... 1965 yılında restore edilirken, bu mescidin kitabesinin 'kaybolduğu'(?!)na dair bir duvardaki metal plaketteki bir not ilginç...
İspir'den sonra gece 21.30 civarında Erzurum'a ulaşıyoruz. 1977'lerden sonra bir daha görmediğim ve geçmişe göre çok iyi düzenlenmiş tarihî mekânlarıyla Erzurum'u geceleyin, saatlerce dolaşıyor ve bir taraftan da, ülke içi ve özellikle Afganistan konusundaki muhtemel gelişme ve sonuçlar üzerinde sohbetler ediyoruz. Sabahleyin Erzurum'dan hareketle, çok güzel çift yollardan Bingöl'e geldik ve Malatya'ya, oradan da Konya'ya ulaşacağız, inşallah...
Kaynak / Star Gazetesi