Diyanet İşleri Başkanı'nın, Yeni Adlî Yıl'ın başlaması münasebetiyle, Yargıtay'da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın huzurunda 'dua' etmesi üzerine, son zamanlarda daha bir azgınlıkla saldırıya geçen ve ateizmle kol kola giden 1930'lar modeli 'laisizm'in hasretiyle yanıp tutuşanlar konusunda, yazar Resul Tosun bey, geçen hafta ele aldığı bir yazısında, 'laiklik ilkesi, ya anayasadan çıkarılmalı, ya da istismarı engelleyecek netlikte tarif edilerek yer almalıdır.' şeklinde bir görüş açıklayınca, bir gürültü koparıldı ki, evlere şenlik... Gerekçesi de, onun, AK Parti'de bir dönem milletvekilliği yapmış olması.
Hâlbuki o, milletvekili olmadan önce de, sonra da bu görüşleri genel çerçevesiyle dile getiriyordu.
Resul'ü, 1975'lerden beri tanırım... Düşündüklerini, görüşlerini 30-35 yıl öncelerden beri İslâmî tebliğ kaygıları taşıyan yayın organlarında yazıp açıklayan ve savunabilen bir arkadaşımızdır. Güçlü Arapçası da vardır ve Arap TV kanallarında dış siyaset alanlarında da görüşlerine sık sık başvurulur. Son yıllarda da, özel birçok TV kanallarındaki tartışma programlarının da daimî ismi durumundadır.
TV kanalları her şeyden önce 'reyting' denilen 'çok izlenir olmak özelliği'ni esas alırlar, daha fazla reklam almak için... Onun için, bazılarının TV ekranlarında kavga çıkarmak istercesine bağıra-çağıra tartıştıklarını görürüz. Ama, Resul, bu tartışmalarda yatıştırıcı bir itidal unsuru olarak temayüz eder, daima...
Resul Bey'in değindiği görüşün benzerini, İsmail Kahraman ağabey, hem de Meclis Başkanı sıfatıyla dile getirmişti de, muhalefet kanadından ne gürültüler kopmuştu.
Resul Bey'in bu görüşlerini açıklamasına zemin hazırlayan o tartışma günlerinde, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de bir çoklarınca beklenmedik şekilde ilginç ve geçmiş dönemlerdeki laiklik uygulamasının mahiyetini ortaya koyan çarpıcı tesbitlerde bulundu. Biz de o açıklamayı 15 Eylûl tarihli yazımıza alkışlayarak aldık.
Ancak, hemen ertesinde Bahçeli'den, bazı çevrelerce beklenen ve önceki mesajında yaptığı tesbitleri âdetâ etkisiz hale getirmek ister gibi bir başka açıklama geldi.
Devlet Bey'in, laiklik ve geçmiş laik uygulamaları konusundaki ve bütünüyle katıldığım ilk beyanatıyla tezad teşkil eden bu beyanını karşılaştırınca, nerede durduğunu ve duracağını anlamakta zorlandım, doğrusu... Çünkü, Devlet Bey, -özetle- 'Bilinmelidir ki, ne dinimize laf söyletiriz, ne de Cumhuriyet'in laiklik sütununu kırdırırız.' diyordu.
Cumhuriyet'in 'laiklik' diye bir sütunu yoktu, 1937'de devreye sokuldu. Böyleyken, nasıl geçmişi yansıttığını kendi ilk beyanatında açıklayan Devlet Bey, sonrasında ise, o geçmiş 100 yıla yaklaşan laik uygulamaya sahip çıkar gibi veya 'cici bir laiklik' varmışçasına başka bir kapı aralamaya çalışıyor havası veriyordu.
Hem Ebû Cehl'in, hem de Hz. Peygamber (S)'in takipçilerini memnun etmeye çalışmak gibi bir tablonun ortaya çıkmasını herhalde Devlet Bey de istemiyordur.
Bu vesileyle, bir hâtıramı aktarayım... 1974 yılında Alpaslan Türkeş, o zaman yazdığım gazete olan 'Bâb-ı Âli'de SABAH'ı ziyarete geldiğinde, 'laiklik' konusundaki görüşlerini genel olarak şahsen bilsem bile, gazetenin yönetici ve yazarları birlikteyken, bir daha belirtmesini' istemiştim. Türkeş, bizi o akşam Ataköy'de vereceği bir yemeğe davet etmiş ve cevabı orada vereceğini söylemişti.
Akşam gittik...
Türkeş'in sağında Ahmed Kabaklı olmak üzere, 30-35 kişilik bir grup... Edebiyat Fakültesi'nden Prof. M. Kafalı ayran içerken, 'Başbuğum, kendimi Ötüken Ormanı'nda kımız içen birisi gibi hissediyorum...' deyince tebessümler açmıştı bazı yüzlerde, ama, Türkeş hiç tebessüm etmedi ve tam karşısında olan 'fakir'i göstererek; 'Sabahleyin bu genç kardeşim bana laiklik hakkındaki görüşümü sordu. O zaman fırsat yoktu, şimdi söyleyeyim... Laiklik, yani, buzağıyı ineğin altından zorla uzaklaştırıp, domuzun memelerini istemek gibidir.' demişti.
Bunu o zaman da, sonra da çeşitli vesilelerle yazdım.
Yani, Devlet Bey, eğer insanların inancına asla müdahale edilemeyeceğini anlatmak istiyorsanız, elbette biliyorsunuzdur ki; Müslüman tarihinde, başkalarına zorla inanç dayatmak, başka kişi veya toplumların inançlarına baskı yapmak yoktur ve bu asil davranış, ferdî veya sosyal bir fıtrî fazilet duygusundan da değil, Kur'an-ı Kerîm'in, 'Dinde zorlama yoktur...' meâlindeki 'La ikrahe fî'd-dîn' âyetinden kaynaklanmaktadır.
Laiklik ise, Avrupa'da sadece Yahudilerin ateşe atılması, Yahudi mahalleleri getto'ların ateşe verilmesi gibi zulümlere karşı değil; hele de 500 yıl önce tam da bu sıralarda, Kilise'nin tahakkümüne ve Ruhban sınıfının inanç teftişi yapmak zorbalığına bayrak açan Luther'ciProtestanlık Hareketi arasında başlayan ve 'kâfir' denilen 'karşı mezheb'dekilerin canlı canlı yakıldığı korkunç uygulamalara son vermek için ancak 200 küsur yıl öncelerde bulunmuş bir ara çözümdür. Müslümanların tarihinde ise, başka din ve inançların mensuplarına karşı böyle bir baskı ve zulüm örneği, inanç ilkeleri açısından da asla olamayacağı için, sadece 'ateist'lerin hayalî korkularını topluma da yansıtmak adına, farazî bir gulyabanî korkusuyla dayatılan bir düzenlemedir, laiklik...
Kaynak / Star Gazetesi