Bugün, Kurban Bayramı'nın ilk günü..
Müslüman okuyuculara, bugünün mânâsı ve insanlığa verdiği mesaj üzerinde derinden düşünülmesi gerektiğini herkesten önce kendime bir daha hatırlatarak, tebriklerimi arz ediyorum. Ancak, bu tebrik veya kutlama sözlerini bolca kullanıyoruz da, bu kelimelerin ne mânâya geldiğini pek düşünmüyoruz..
Tebrik etmek, tebrik olunan her ne ise, onun bereketine ermek, bereketini idrak etmek dua ve temennisidir.
'Bizim öz mûsıkîmizin pîri';
O şafak vaktinin cihangîri,
Nice bayramların sabâh erken,
Göğü, -top sesleriyle gürlerken-,
Söylemiş saltanatlı 'Tekbîr'i..'
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış..
(...)
O ki, bir ihtişamlı dünyâya
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
Âdetâ benziyor muammâya;
Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
O eserler bugün defîne midir?
Ebediyyette bir hazîne midir?
Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?
Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm,
Bir tesellî bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm;
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle, zevk alınır:
Belki, hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmeyen bir ummanda..'
Evet, Itrî'nin kaybolmuş bestelerinin, Âhiret hayatını imâ ederek, 'Belki de, gemiler geçmeyen bir ummanda, çalınmakta olduğu'na dair şairâne tasavvuru ise daha bir harikulâde anlatımdır.
Tabiatiyle, 'Bayram Sabahı'ndan söz ederken, yine Yahyâ Kemâl'in 'Süleymaniye'de Bayram Sabahı' isimli nefîs şiirini anmamak da olmaz.
'Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniyè̀̀̀̀̀̀̀de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi..
(...)
Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu...
(...)
Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya.
Tanrı'nın mâbedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış, sevdiği Allah̀̀̀̀̀̀̀̀ına bir böyle yapı.
En güzel mâbedi olsun diye en son dînin
Budur öz şekli, hayâl ettiği mîmârînin.
(...)
Taşımış harcını gâzîleri, serdârıyle,
Taşı yenmiş, nice bin işçisi, mîmâriyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Taa ki, geçsin ezelî rahmete ruh orduları..
Bir neferdir, bu zafer mâbedinin mîmârı.
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,
Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, îmânı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah̀̀̀̀̀̀̀̀ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor, tek bir ses;
(...)
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile, tekrar alınan Tekbîr̀̀̀̀̀̀̀̀i
Ne kadar saf idi sîmâsı, bu mǜ̀̀̀̀̀̀̀min neferin!
Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin?
(...)
Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.
Çok şükür Allah'a, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı.
Doludur gönlüm ışıklarla, bu bayram sabahı..'
Evet, bu şiirde, neler yok ki.. O mehabetli 'Tekbîr'in, gönlü bir, imanı bir binlerce hançereden dalgalı yükselişi, bu zafer mâbedinin mimarının (Sinan'ın) bir er, bir nefer olduğu ve saire gibi tespitlerin her birisi güzeldir, ama, en dikkati çeken söz, her halde Yahyâ Kemal'in de bir zamanlar, bu ulu mâbed için, sadece 'hendeseden, (geometrik) bir âbide zannettimdi..' demesindeki müthiş itiraftır.. Ki, bugünün nice laiklerinin, materyalistlerinin de, Müslümanların birliğinin yoğrulduğu bu kutlu mekânları bir 'geometrik şekil'den ibaret sanacak kadar kendi toplumlarından kopuk düşmeleri gerçeğiyle her yerde karşılaşıyoruz.
Bu sabah Bayram sabahında özellikle İstanbul'da hele de Süleymaniye, Fatih ve şimdilerde de Ayasofya Camilerinin avlularında Bayram Namazı kılındıktan sonra, dünyanın her bir yanından, çeşitli renk ve ırklardan, coğrafyalardan gelmiş binlerce Müslümanların 2 saat kadar birbirleriyle bayramlaşmaları, âşinâlıklar kurmaları, görülmeye değer.. Bu manzara, İslâm Milleti'nin, imanî birliklerini, bir siyasî organizasyon, bir Ümmet halinde yapılandırmaya hasret kaldıklarının, başsız bir büyüüük kalabalık olmaktan kurtulmak istediklerinin işaretini de vermektedir. Aynı inanç potasında eriyip, kaynaşmış- bütünleşmiş bir inanç birliği manzarasına duyulan bu hasretin ruhî hazzını, milletin kalbindeki dünyadan kopmuş kafalara anlatmak neredeyse imkânsız gibidir..
Sözün bu noktasında, belirtelim ki, laik, ateist, agnostik vs. olan bazı tipler, Rahmanî inanca bağlı olan kitlelere, mâsûmiyet perdesine bürünmüş sualler sorarlar ve saf kimseleri de şeytanî tuzaklarla kendilerine celbetmeye çalışırlar; bu konulara vukûfiyetlerinin olduğu iddialarıyla..
Böylelerinden bazıları, 'Bayram' diye bir şeyin olmadığını söylerken, bazıları da 'Kurban' konusunu dünyanın başka yerlerindeki alenî azgın 'gâvur'ların yıllardır medya organlarında yazıp çizdikleri gibi, 'hayvan boğazlamak' olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Bu kampanya bu günlerde yeniden medyaya sürülmüş bulunuyor..
Halbuki, - küçük bir grup olan 'vejeteryanlar' dışında kalanlardan- sofrasında neredeyse etsiz yemek bulunmayanların çoğu, 'Kurban' konusu gelince öyle bir 'hayvan dostu' oluyorlar ki, samimî olsalar, o etli yemekleri yememeleri gerekir.. Ama, hedefleri, 'hayvansever'liğin çok ötesinde; başka insanları, kendi inançsızlıklarını paylaşmaya ve şüphelere sürüklemektir.
Ve, 'Kurban' konusu, sadece Hz. Peygamber (S)'in şeriatinde değil, önceki Enbiyaullah'ın, ilâhî Peygamberler'in şeriatlerinde de vardı. Tevrat'ta, 'Yaratılış' 16. bölümde Hz. İbrahîm'in Hacer'den olan oğlu İsmail'den, 'Yaratılış' , 21. bölümde de, Sara'dan olan oğlu İshaq'tan bahsedilir. (Ki, Yahudiler, kurban konusunda adı geçen çocuğun İsmail değil, İshaq olduğuna inanırlar).
Ve, Hz. İbrahîm'in, çok ileri yaşta kendisine bir nimet olarak verilen çocuğu İsmail'e sınırsız bir muhabbetle bağlanması üzerine, Hz. İbrahîm, 'oğlunu kurban etmesi' gibi bir denemeye tâbi tutulur ve O da emri yerine getirmek ister, ama, çevrede hiçbir 'sürü' yokken, bir koç belirir ve onu 'kurban' eder. Ve, Yaratılış 22:18'de "...Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar kutsanacak. Çünkü sözümü dinledin.' ibaresi geçer. Yani, imtihan kazanılmış, 'kurban' edilecek olan 'oğul'un 'fidye'si ödenmiştir.
Bu, sadece tarihte kalmış bir hadise değil, bugün de Allah'a inandığını söyleyenlerin tâbi tutulduğu bir imtihan mesâbesindedir. Hz. İbrahîm kıssasıyla, hepimize verilen mesaj da aynıdır:
Mükevvenâtta, her şeyin Yaratıcısı olan Allah'u Teâlâ'dan çok veya ona denk bir muhabbetle sevdiğimiz her ne varsa, onlar bizi, Allah'tan uzaklaştırır ve onlardan uzak durmamız ve bu yolda tâbi tutulduğumuz imtihanı vermek dikkatinde olmamız gerekiyor.. Evet, 'kurban'la gerçekte, biz de 'kendi İsmail'imiz'i veya 'İsmaillerimiz'i belirlemek ve imtihanı kazanmak ve tavrımızı, emrolunduğumuz şekilde ortaya koymak inancımızı ve dikkatimizi sergilemiş oluyoruz- olmalıyız.
Evet, bizim de 'İsmail'lerimiz var mı ve nelerdir?
Bu kutlu günün, bütün Müslümanlar ve insanlık için hayırlar getirmesi niyazıyla..
STAR