'Ben Müslümanım, elhamdülillah..' diyenler için, 'Müslim' veya 'Müslüman', isim-sıfatı dışında, başka bir isimlendirme fazla ve gereksizdir. Ama, yine de, inancına göre bir dünya düzenine erişmeyi ideal edinen, inancının şuûrundaki Müslümanlara, başkaları, son 40-50 yıldır, 'İslâmcı' diye yeni bir yafta buldular.
Böylece Müslümanlar arasında, 'İslâmcı olan ve olmayan' diye bir ayırım oluşturulmak; 'sadece ferdî ibadetlerini yapan ve başka şeylere karışmayan', ve bir de 'inandığı değerlere göre bir dünya düzeni idealini taşıyanlar' olarak ikiye ayırmak hedeflendi.
Ama, inandığımız değerlere göre bir dünya idealimiz olduğuna ve o, bir ütopya, bir hayâl değil, dünya tarihinin seyrini 14 asırdır değiştiren bir gerçek olduğuna dair, o isimlendirmeyi de reddetmeyiz.
Bu yolda, yanlışlar bize aiddir; doğrularımız ise, inancımızdandır.
Bu izahı yapmak gereğini niçin mi hissettim?
Boğaziçi Üni.'de oluşturulmaya çalışılan gerilim, toplumun büyük kesimleri arasında, o odakların bekledikleri yankıyı yapmadı. Çünkü, hele de dünya çapındaki 'Corona Salgını'na bağlı olarak, ülkenin bugün, karşı karşıya bulunduğu sosyo-ekonomik tablo, mantık ve sorumluluk sahibi, ferd ferd herkesi ve her sosyal kesimi fedakârlığa çağırıyor.
Böyle bir tablo karşısında, bir takım fitne odaklarınca, tamamiyle kanunî çerçeve içinde tâyin olunan bir 'rektör'e karşı çıkmak adına tezgâhlanmak istenen itiraz gösterilerini yaygınlaştırırken.. Ortaya atılan bir iddia da, bir kısım Müslümanları daha bir rahatsız etmeye yönelik.. Yani, bir taşla birkaç kuş vurmak kurnazlığı söz konusu..
Neymiş, 'dünün İslâmcılarının anarşist ruhlu ve devrimci çocukları' gerçeğiyle karşılaşmışız.
Evet, böyleleri yok mu?
Olabilir..
Ama, o gösterileri tertib edenler bütün öğrencilerin içinde yüzde kaç'ı temsil ediyorlar ve 'İslâmcı' diye nitelenen babalarının mücadele hâtıralarının başka bir versiyonunu sergilemek isteyen birkaç öğrenci varsa; onlar da, inançlarına göre bir dünya idealine bağlı olanlar arasında ne kadar bir yekûn teşkil ederler?
Ve öyleleri varsa, onları ve hattâ ebeveynlerini hemen, temelde, İslâm'la hesaplaşmak isteyenlerin ideolojik taktiklerine fedâ mı edeceğiz?
Rüşd yaşına, akıl bâliğ hâle gelen dünün çocuklarından dolayı, suç ve cezaların şahsîliği prensibini hatırlamadan, onları ve hele de ebeveynlerini parantez içine alabilir miyiz?
Bugün, bir takım aykırılıklar varsa bile, bunu kızgınlıkla karşılayıp, kendi inanç dünyamızın insanlarını başka dünyalara fedâ etmek için tek cânımız bile yoktur.
Bir takım rahatsızlık unsurları varsa, hele de, 'Bizim çocuklarımız nasıl oldu da bu hale geldi?' şeklindeki yakınmaları yaygınlaştırmak hatasına düşmeden, rahatsızlık konularını tahlil etmek aklın gereği değil midir?
(Bu konuya inşaallah yine değinmek ümidiyle; bir de günü geçmeden, Keşmir Mes'elesi'ne değinelim:)
'KEŞMİR' DİYE BİR GÖNÜL YARAMIZ YOK MU?
5 Şubat günü, Keşmir Müslümanları arasında 'Keşmir Günü' olarak anılıyor. Ama, itiraf edeyim, o günü hatırlamadım bile.. Ama, Keşmir konusu kalbimde ve zihnimde sadece belli bir günde hatırlanmayacak kadar derin sızılı bir yara olarak her zaman vardır.
Kaldı ki, biz unutsak bile, Keşmir'i bize unutturmayan ve son yıllarda giderek güçlenen ve daha bir zâlimleşen bir Hindu fanatizmi, Keşmir'i bize hatırlatıyor.
Müslüman düşmanlığında sınır tanımayan ve fanatik bir hindu ırkçısı olan Hind Başbakanı Narendra Modi'nin yakın çalışma ekibinden bir em. General olan Gagandeep Bakshi, Ocak ayı sonunda, Hindistan'ın, Yunanistan'la Ege Denizi'nde ortak bir deniz tatbikatı yapacaklarını açıklamıştı.
'Hindistan neresi, Yunanistan neresi ve ne alâka?' diyebilirsiniz.
Bunun cevabını bizzat o kişi veriyor ve, 'Türkiye ve Pakistan, bizim düşmanımızdır. Ankara, Hindistan ve Yunanistan'a meydan okuyamaz!' diyordu.
Çünkü, Erdoğan geçen sene BM. Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, dünyada sırf Müslüman olduğu için ezilen halklar ve coğrafyalar meyânında Keşmir konusunu da dile getirmiş ve bu hassasiyet, Pakistan Hükûmeti ve halkı tarafından bir kardeşlik tavrı olarak şükranla karşılanmıştı.
2. Dünya Savaşı sonunda, İngiltere Hindistan'dan çekilirken, Hindistan ve Pakistan diye iki ayrı devlet kurulmuştu, 1947'de..
Ama, halkının yüzde 90'ından fazlası Müslüman olan Keşmir eyaleti, yapılan referandumla Pakistan'a katılmak yönünde irade belirttiği halde, Keşmir Valisi Şeyh Abdullah, bu referandumu kabul etmeyip, Keşmir'i Mahatma Gandhi ile olan şahsî dostluğu hatırına Hindistan'a bağlamış, müslümanlara hıyanet etmişti.
Hindistan ve Pakistan, Keşmir yüzünden 3 kez savaştı. Ama, Keşmir, hâlen de çözümsüz bir kanayan yara olarak duruyor.
Şeyh Abdullah ise, 1983'de öldüğünde, Hindistan, onu, 'Laisizm kahramanı' diye büyük bir cenaze töreniyle defnetmişti.
Pakistan Başbakanı İmran Khan, '5 Şubat Keşmir Günü' dolayısiyle, 'Keşmir'in 1947'deki tercihi esas alınıp, Pakistan'a eklensin ve ondan sonra Keşmir halkı eğer müstakil bir devlet olmak istiyorsa, bunu biz şimdiden garanti ederiz..' diyordu.
Bu da ilginç bir çıkış..
Müslümanların devletleri, uluslararası hukuk açısından kimliklerini korusalar da, dış siyasette ve savunmada tek yürek halinde olmalarını sağlayacak bir konfederasyon oluşumunu denemeyi akledemezler mi?
Kaynak / Star Gazetesi