14 yıllık bir soğukluktan, sionist İsrail rejiminin Cumhurbaşkanı İsaac Herzog, 10 Mart günü, Rusya-Ukrayna Savaşı dolayısıyla gölgede kaldıysa da, Türkiye'ye resmî bir ziyaret yaptı.
Devletler arasında daimî dostluklar ve düşmanlıklar yoktur. Çünkü, bu kavramlar güce göre şekillenir.
Devletlerin güç dengeleri savaş ve barışla tesis edilemeyince, özellikle de 19. Asrın ortalarından itibaren, tampon bölgeler veya ara devletçikler oluşturulmuştur. Hele de 1800'lerin başındaki Napolyon İstilâsı'ndan yarım asır sonralarda Bismarck'ın liderliğinde güçlenen alman nasyonalizminden sonra yeni denge arayışları sırasında birçok prenslikler veya 'dukalık'lar kurulmuştur. Avrupa'da bugün de var olan Andorra, San Marino, Luxembourg, Lihtenştayn, Monaco, Malta gibi yığınla devletçikler de o denge arayışlarının ürünüdür.
Bizde de öyle olmadı mı?
624 yıllık uzun soluklu bir hükümranlık sonunda Osmanlı Devleti de buharlaşınca, onun hükmettiği coğrafyalarda her birisi emperial güçlerin koyduğu ölçüler içinde yığınla devletler/devletçikler ortaya çıkarıldı.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru, İngiliz güçleri Osmanlı'nın Filistin bölgesine girince, İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde yayınladığı bir beyannâme ile, sionist yahudilerin Sultan 2. Abdulhamîd'ten kendilerine, Kudüs ve civarında bir yerleşim merkezi verilmesi yolundaki taleplerine büyük bir cömertlikle karşılık vermiş, yahudilerin Filistin'e göç etmelerinin yolunu açmıştı...
Babil Kralı Buhtunnasr (veya Nakubudnazar) tarafından Babilonya'dan çıkarılan ve tehcir olunan zorla sürgün/'Exodus'den sonra, iki bin yıldır, ordusuz, devletsiz olarak yaşayan olan Yahudilere, böylece yeryüzünde bir 'vatan' tahsis ediliyordu; velev ki, başkalarının toprağının başkalarına peşkeş çekildiği bir gasb yoluyla olsa da...
Balfour Beyannâmesi sâyesinde, hem Hristiyan toplumları, 'hastalıklı ve lânetli unsur' telâkki edilen ve asırlarca, bir 'iç-kale' benzeri, 'getto' denilen mahallelerde yaşayan Yahudilerden kurtulacaklar; hem de Müslüman coğrafyalarının içine uzaktan kumandalı bir bomba konulmuş olacaktı.
1492'de Endülüs'ün çökmesinden sonra İspanya'dan kaçıp Osmanlı Devleti'nin sosyal bünyesinde asırlarca emniyet ve huzur içinde yaşayan Yahudilere, kendilerine aid bir Yahudi Vatanı ve Devleti oluşturma idealini 1897'de, İsviçre-Basel'de toplanan ilk Sionizm Kongresi'nde zerkeden Theodore Herzl'in rüyası, Balfour sâyesinde, 20 sene sonra tahakkuk ediş sürecine girmişti. Çünkü, Osmanlı'nın yerinde artık yeller esiyor, enkazı üzerine irili- ufaklı emperialist kuklalar konduruluyordu. Müslüman halkların inançlarına göre meşru hiçbir hükûmet otoritesi ve gücü kalmamıştı.
Ve, sionist Yahudilerin kanlı terör örgütleri, para gücü, propaganda desteği ve en modern silahlarla Filistin'de kendilerine bir hayat alanı açmaya çalışıyorlardı.
Müslüman halklara bir de ırkçılık ve kavmiyetçilik mikrobu şırınga edilince, Filistin, İslâm Milleti'nin ortak meselesi değil, sadece 'arabların meselesi' gibi gösterildi. Oluşturulan yığınla Arab rejimleri de, emperial efendileri adına, kukla hükûmetler olarak saltanat sürüyorlardı.
Nihayet, Müslümanlardan çalınan, gasbedilen topraklarda sionist Yahudiler için bir devlet kurmak üzere kanlı birer terör örgütü olan Stern ve İrgun teşkilatlarının Filistin'deki Müslüman halka 30 yıl süren silahlı saldırıları, Amerika, İngiltere ve Rusya başta olmak üzere İkinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerince mükâfatlandırılmak istendi ve eski bir Osmanlı vatandaşı olan David ben Gurion liderliğinde, gerçekte bir küçük 'dukalık' mahiyetinde olan İsrail adında bir devletin varlığı 15 Mayıs 1948 günü dünyaya ilân edildi. Türkiye de, 400 yıl kendi vatanının bir parçası olan Filistin'i kaybettikten 30 yıl sonra, bu sionist devleti, halkı Müslüman olan ülkeler arasında, BM kararları ve diğer uluslararası hukuk kurallarına göre resmen tanıyan ilk devlet oldu ve bu tanıma kararını Mart 1949'da açıkladı, diplomatik temsilciliklerin törenle vazifeye resmen başlamaları ise, 7 Ocak 1950 idi.
Elbette bu yeni devlet de, 'sözkonusu vatan olunca, gerisi teferruattır...' anlayışınca, iki bin yıl topraksız kalan bir halk adına, ele geçirdiği imkânı yitirmemek için her türlü cinayeti işleyecekti. Esasen emperial güçler de, onun kefili idiler ve hâlen de öyle...
Arab rejimleri adına oluşturulan ordular, Ekim-1973 'deki Ramazan Savaşı hariç, 1948'deki ilk savaşta olduğu üzere, 1956- Süveyş Savaşı ve 1967'deki 6 Gün Savaşı'nın her birisinden de ağır şekilde yenik çıktılar. O askerî karşılaşmalardan ayrı olarak, sionist İsrail rejiminin karşısında hiçbir askerî güç olmadığı halde, Deyr Yâsin, Tel Zaatar, Sabrâ ve Şatilâ, Jana, El'Khalil, Gazze ve daha nice yerleşim birimlerinde ve Mescid-i Aqsâ'da sivil hedeflere karşı yaptığı ve 'kahramanlık' zannettiği, gerçekte ise, ancak korkaklara mahsus ve ancak Adolf Hitler'in yüzünü ağartan soykırım benzeri katliâm ve cinayetlerini 74 yıldır tekrarlayıp durmakta...
İsaac Herzog, o rejimin en üst sorumlusu olarak, bütün o geçmiş cinayetlerin, saldırıların utancını taşıyarak geldi Türkiye'ye... Ve, 'Türkiye ile, bazı konularda anlaşamıyacağımız konusunda anlaştıklarını' taa baştan söyledi; arkasında, bütün emperial güçlerin olduğunun itminanı içinde...
Başkan Erdoğan da, yapılabilecek ikazları yapmış bulunuyor.
Evet, devletlerarası siyasette, dostluk ve düşmanlıklar güç dengelerine göre şekillenir. Ama, hele de bugünkü dünya şartlarında, Müslümanlar, bütün mücadelelerinin stratejisini İslâm Milleti'nin birliğini hedefleyen bir anlayış içinde belirlemeye mecburdurlar.
Star
Kaynak: Cinayetkâr bir rejim, resmî ziyaretlerle beraet etmez! - SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL