Evvelki gün, (30 Ağustos Çarşamba günü), bir zafer günü kutlaması daha yaşadık...
Ama nasıl bir 'zafer' günü? Emsalsiz, benzersiz ve ilk mi? Ki öyle olmadığını, tarihimizin 1400 yılı bulan son dönemindeki nice zaferler ilân ediyor...
Biz, geçmiş savaşlarda, askerî bir hıyanetleri söz konusu olmayan ve sonra da o hizmetlerini milletin başına kakmayan ve de bizim haklılığımıza, dünya görüşümüze, inancımıza, hizmet etmiş olan herkese şükran borcumuzu beyan ederiz... Ama bu, hele de bir tek veya birkaç kişi veya gruba indirgendi mi, işte orada durmak gerekir. Çünkü aksi halde, 'kişiye tapmak' hastalığı ve hattâ sapkınlığı başlar...
Nitekim, Şevket Süreyya Aydemir, 1975-76'da, ölümünden birkaç hafta önce, Milliyet'te yazdığı ve 'Kahraman putlaştırıldığı zaman ölür...' başlıklı makalesinde, söz konusu ettiği 'kahraman'ı için, 'Biz onu öldürdük, çünkü putlaştırdık...' ifadesini en net şekilde kullanmış ve hattâ o yazısında, NUTUK'un tarihî bir belge olarak alınamayacağını, sadece bir siyasî belge ve hatırât nev'inden bir eser olarak alınabileceğini, çünkü içinde bir çok yanlışları ve hattâ yalanlarının olduğunu bile dile getirmişti... (Bu satırların sahibi, o yazıyı hem o zamanlar yazmakta olduğu Millî Gazete'de; hem de daha sonra, yeri geldikçe, başka yayın organlarındaki yazılarında da defalarca tekrarlamıştır.)
Bunun içindir ki dünyanın hemen birçok ülkesinde, putlaştırmalardan uzak kalabilmek için, yerli-yersiz, her vesileyle bir kişinin heykeline gidip selâm durulması vs. gibi örnekler yerine, 'Mechûl Asker Âbide'lerine çiçek konulması ve ne kadar ünlü veya ünsüz olursa olsun, geçmiş savaşların bütününde, kendilerinin bugün ve gelecekleri için hayatını ortaya koymuş olanların hepsine birden, o 'Mechûl Asker Âbideleri'ne bırakılan çiçeklerle şükran duygularını ifade etmek geleneği vardır.
Bizde ise kimileri canıgönülden benimseyerek, putlaştırarak; kimileri de inanmadıkları halde sırf, 'yeni gerilim odakları oluşmasın...' maslahatını esas alarak, resmî dayatmaları devam ettirmektedirler. Kaldı ki laik kesimler, son 100 yıldır, Müslüman halkın, değer verdikleri geçmiş zamanlardaki bir takım şahsiyetlerin türbelere gidip ziyaret etmelerini, ölülerden medet ummak zavallılığı şeklinde eleştiriyor, tahkir ediyorlardı. Böyleyken, o kesimlerin, bu gün sadece şahsî olarak yaptıkları değil, bir de resmî dayatmalarla yaptırdıkları, nedir, Allah aşkına? Ki, bu ziyareti, bir siyasî parti lideri hanım, 'iman tazelemek' olarak nitelemişti...
Bunların yazılması gereği şunun için duyulmaktadır:
Günler öncesinden beri, M. Kemal'in sesinden, 'Yurttaşlarım, yurdumuzu dünyanın en mâmur, en medenî ülke ve milletlerinin seviyesine yükselteceğiz...' temennisini ve 'Ne mutlu Türküm diyene!' şeklindeki gurur cümlesini yoğunluklu olarak dinleyip durduk... Türk olduğuma göre, çok gururlanmış olmalıyım herhalde, değil mi?
Ama benim irademde, tercihimde olmayan ve ancak ezelî bir 'takdir-i ilahî' ile izah edebileceğim, çeşitli zaman, mekân/coğrafya, ırk/kavim, cins, soy-sop, anne-baba ve yakınlıklar, benzerlikler veya müşterekliklerle yaratılmış oluşum üzerine gurur, kahır, öğünme veya utanç duyguları kondurmanın nasıl bir mantığı vardır? Yani, filanca kavimden olmak mutluluk ve gurur kaynağı sayılırsa, başkaları ne yapsın?
'-Efendim, başkaları da kendi kavimleriyle öğünsünler...' denilirse, o zaman da, ne boş bir yarıştırma ve hattâ düşmanlık vesilesi bile olmaz mı bu gibi durumlar... Kaldı ki aynı ülkede, aynı ildeki filân ilçelerden olmak veya olmamaktan doğan sosyal rahatsızlıklar ve hattâ husûmetlerin olduğundan haberimiz yok mudur?
Halbuki, öğünülecek bir şey varsa, tesadüfen de değil, bilerek, iradeli olarak ve yapılanların sorumluluğunu üstlenerek yapılan işler, hayırlar ve güzelliklerdir ancak...
Ama, "Ben ilkokula gittiğim ilk gün, 'Ne mutlu Türküm diyene...' sözünü duyduğumda, Gürcü olduğumdan, akşam eve dönünce babama, 'Baba, biz niye Türk değiliz, mutlu olmak niye bizim de hakkımız olmasın?' diye ağladığımı hatırlıyorum...' diyen bir arkadaşımı hatırlıyorum. Benzer hayıflanmalar, Kürt , Çerkez, Arap, Arnavut, vs...' olan diğer arkadaşlarım için de geçerliydi, elbette..
Yahu kardeşler, arkadaşlar, sorumlu-sorumsuz herkes ve de devletliler..
Bu ülkede, 90 milyona yaklaşan kocamaaan bir cemiyet var... Bunların içinde Türk kavminden olanlar dışında, milyonlarca, on milyonlarca Kürt, Arap, Fars, Çerkez, Çeçen, Abaza, Arnavut, Boşnak (Sırp), (Bulgar kavminden Müslümanlar olan) Pomak, şimdilerde 'Roman' denilen Çigan vs. olarak adlandırılan kavimler ve kitleler de var ki bu insanları toplumun diğer kesimleriyle asırlarca kaynaştıran, ırk, kan soyu veya dil birliği değil, inanç birliğidir.
Aynı şekilde, bu ülkede 2 milyona yakın Rûm, Ermeni, Yahudi ve diğer etnik kökenlerden, gayrimüslim kitleler de vardır. (Kaldı ki onların içinden de Müslüman olanlar bulunduğu gibi ayrıca, bu ülkeye yılda 40 milyona yakın turist de gelmektedir...)
'Ne mutlu Türküm diyene...' sözü böyle, bir mermi gibi, devamlı beyinlere sıkılacaksa, Türk kavminden olmayanlar, mutlu olamayacaklarına göre, diğerleri, ne yapsın; kahırlarından çatlasın mı?
O günün kendine özel ve ayrıca tartışılması gereken ve asırlarca birlikte olunan Müslüman halklardan ve hatta Müslüman olmayan halklardan da ayrılıp, bir 'ulus-devlet' kurulması projesinin Temmuz-1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla da Ankara'ya dayatıldığı ortada iken, o sözü, bugün tekrarlamak, ülke selâmeti açısından da sağlıklı değildir. (Kaldı ki 30 Ağustos Zaferi öncesinin saldırgan devletine ve hâmilerine bugün siyaset gereği, açıkça düşman denilmemekte, aynı NATO ittifakı içinde bulunulmakta ve hattâ Venizelos, 'Büyük' diye bile anılmaktadır, bizdeki muadilleriyle birlikte...)
Ama hatırlayalım, merhûm Necmeddin Erbakan'ın, 1992'de Bingöl'de yaptığı bir konuşmada, 'Sen ne mutlu Türküm dersen, benim Kürt kardeşim de ne mutlu Kürdüm...' demek hakkını haiz olur... Halbuki, elhamdülilllah Müslümanız denildiğinde bütün bu ayrılıklar buharlaşır...' gibi bir sözü, söylediği, yıllar sonra, 28 Şubat 1997 Askerî Darbe Zorbalığı günlerinde hatırlanıp; 'millî birliği parçalamaya yönelik' bir suç isnat olunarak yargılanıp, mahkûm edilmişti. Halbuki o söz, gerçekte, millî birliğin harcını oluşturuyordu, İslâm Milleti'nin birliğinin harcını...
Türkçülük ideolojisinin öncü isimlerinden Alparslan Türkeş ise vefatından -sanırım- 8/9 ay kadar önceydi, bir TV programında, 'Biz de biliyoruz, bir imparatorluk devleti çöktüğü zaman, geride her kavimden kitleler kaldığını... Biz bunların her birisinin kendilerine 'Türk' demelerini söyledik; 'Biz Türküz...'deseler, kıyamet mi kopar?' demişti...
Ama aynı sloganı başkaları da kendi kavimleri için söylediklerinde itiraz edilmeyecek miydi?
1982 tarihli TC Anayasası'na göre ise 'Türk' kim midir?
'Madde 66. –Türk Devleti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür.'
Hepsi bu!.
(Bugün bu ülkenin en üst sorumlu Başkanı olan Tayyip Erdoğan, yıllarca önce, dedesine, ilkokulda iken, 'Dede biz, neyiz, hangi kavimdeniz?' sorduğunu; dedesinin de kendisine, 'Evlâdım, bunlar ölçü değildir, toprağa girdiğinde, 'Rabbin kim, kitabın ne, peygamberin kim diye sorulacak?' diye cevap verdiğini söylemişti de bu konuşmasının birçok dillere tercüme edilmiş videosu, hele de Müslüman kitlelerce ve büyük bir insanlık dersi olarak paylaşım konusu olmuştu...)
Ki, Kur'an-ı Kerîm'de, Hucûrât Sûresi'nde, (Sizin en üstününüz, Allah'ın emrine en çok riayet edeninizdir' meâlindeki 'inne ekremekum indallahi etqaakum' / âyeti de aynı ölçüyü vermiyor mu?
Ve ilk 'İnsan Hakları Beyannâmesi' diye değerlendirilebilecek olan 'Vedâ Haccı Hutbesi'nde de Hz. Peygamber (S), 'Ey insanlar, hepiniz Benî Âdem'siniz, (-oğluyla/kızıyla- hepiniz, Âdem neslisiniz), Âdem ise topraktandır...' dememiş miydi?
Hele de son zamanlarda, bütün dünyada, filan ırkın veya kavmin üstünlüğünü ve hattâ beyaz ırkın, yaratılış olarak siyah ırktan kesinlikle üstün olduğu, genetik ilmi adına bile iddia edilecek kadar zâlim, gayriinsanî görüşlerin revâç bulmaya başladığı bir zaman diliminde, ırkçı, faşist eğilimlerin arz ettiği sosyal tehlikeler ve -daha çok da Müslüman kavimlerden olan ve resmî tâbiyet olarak yabancı sayılanlara yönelik olarak yükselen- ırkçı dışlayıcı tavırlar hemen her yerde hissedilir derecede artarken; bu sapkınlık bizim toplum yapımızı da tehdit edecek noktalara doğru sürüklemek istidadı taşımaktadır.
O halde, hem ferdî, hem de resmî söylemlerimizde, yaratılışı itibarıyla hiç bir insanın suçlanamayacağı veya yüksek karakterde gösterilemeyeceği; fert veya toplumların, iradeli olarak yaptıklarından dolayı övülebileceği veya suçlanabileceği ölçüsünü esas almanın gerekliliği her geçen gün daha bir âciliyet arz etmektedir.