Amerika'da eğitim alanında üniversite öğretim üyesi olan Prof. Necati Engeç, Prof. Aziz Sancar'ın Haziran'ın ilk haftasında, Semerkand'da 'Türk Devletler Teşkilatı- Türk Üniversiteler Birliği Rektörler Özel Toplantısı'nda yaptığı konuşmaya biraz farklı açıdan bakıyor. Bunun için , 'Bakalım, bu fikirlerin çarpışmasından, nasıl bir hakikat kıvılcımı' çıkacak?' diyerek, Prof. Engeç'in yazdıklarını okuyalım. Diyor ki:
'Sancar Hoca da, işi, dinin ilme âlet edilmesine düşürmüş maalesef. Halbuki bizde Engizisyon kültürü ve zulmü yok. 1250'den önce Uluğ Bey, İbn Sinâ, El'Birûnî varsa, 1250'den sonra da mikrobu ilk keşfeden Akşemseddin vardı. Kaynaklarda aynı zamanda 'Tâbib-i ebdân' olduğu, devrinin iyi bir hekimi sıfatıyla da şöhret kazandığı ve tıbba dair eserlerinin bulunduğu belirtilen Akşemseddin'in Tıb tarihinde ilk defa mikrop meselesini ortaya atmak ve hastalıkların bu yolla bulaştığı fikrini öne sürmekle, bu alanda kesin bilgiler veren Francastor adlı İtalyan hekimden en az yüz yıl önce bu konuya ilk temas eden tabib olduğu kabul edilmektedir.
Türk astronomi bilgini ve matematikçi Ali Kuşçu vardı. Atom gücünün ilk mucidi Câbir vardı. Kanûnî (Sultan Süleyman ) dünyanın en güçlü devletinin başındaydı. Onun Barbaros gibi bir amirali vardı. Ebussuûd Efendi gibi bir şeyhulislamı vardı. Sokollu Mehmed Paşa gibi bir vezir-i azâmı vardı. Fuzulî ve Bâqî gibi şairleri vardı. Bütün bunlar, alfabe de dahil, bu ilmî birikim, din-siyaset-politika diye diye İslamî değerlere savaş açılarak katledildi.'
--Evet, Necati Hoca. Biz de esasen, Sancar'ın o konuşmasını özetlerken, bazı bölümlerini sırf tartışılması için de aktarmış ve bu hususu, 12 Haziran tarihli yazının sonuna da, 'Aziz Hoca'nın üzerinde durulacak veya tartışılacak görüşlerini bu kadarca özetlemek mümkün olabildi. Hoca'nın o konuşmasında, 'dünyadaki büyük bilim adamlarının kendi inançlarının propagandasına yapmadan, çalışmalarına ışık tutan kaynağı göstermek için, kendi Kutsal kitablarından bir veya birçok özlü cümleye atıfta bulunmadan bir makale yazmadıklarını veya bir konuşma yapmadıklarını' belirtmesini de isterdim. Çünkü bu gibi manevî dayanaklar olmaksızın, bilimin insanlığa fayda kadar, büyük zararlar da getirdiği, nükleer gücün veya şimdilerde korkularak tartışılan 'yapay zekâ'nın kullanılmasından da anlaşılabilir.' şerhini koymuştuk.
Keza, Erol Akman isimli okuyucu da Engeç Hoca'nın görülerine yakın bir makale yazmış, ama ona da inşaallah, gelecek 'Hasbihal'de.
Ali Kemal isimli okuyucu da, 'Aziz Sancar Hoca'dan özetlerle işlediğiniz ve
'bu konunun bıkmadan-usanmadan tartışılması gerektiğini' de vurguladığınız için de teşekkürler.' diyor.
Mustafa Kerimoğlu; '16 Haziran 1950 tarihinin önemli bir gün ve hattâ dönüm noktası olduğunu, o gün, Ezân'ın aslî şekliyle okunmasına yeniden başlandığını söyledi bir büyüğüm, ben anlamadım. Gerçekten de öyle bir önemi var mıydı? ' diye soruyor.
--Evet, bu okuyucunun sorusu, sadece onun değil, yeni nesillerden daha nicelerinin de mânâsını pek anlamadıkları bir özel duruma işaret etmektedir. Şöyle ki, 1932-1950 arasında 18 yıl süren korkunç bir zorbalık uygulanmış ve dünya Müslümanlarının en ortak sembollerinden olan Ezân-ı Muhammedî, yasaklanmış, onun yerine asırlarca, minarelerimize yabancı olan bir sesle, halkımızın kulağında yeri olmayan bazı cümleler zorca okutulmuştu. Sadrâzam Said Halim Paşa'nın, 'Müslüman nazarında vatan, inancının hayata hâkim olduğu topraktır..' şeklindeki sözüne nazire olsun dercesine, Yahudi sosyolog Emile Durkheim'ın şakirdi olan Ziya Gökalp'in , 'Bir ülke ki, câmiinde Türkçe ezan okunur..'/ İşte orasıdır senin vatanın..' gibi mısralarında dile getirdiği çarpık görüşleri hayata geçirilmişti..
Bunun ne büyük bir zulüm olduğunu, bizim Müslüman halkımızı diğer Müslümanlardan ayrı düşürmek tuzağına düşürmenin ne demek olduğunu, o dönemi ve o uygulamanın hedefini anlamayanlar o acının kenarından teğet geçebilirler. Düşünelim ki, o günlerde gazetelerde, 1935'lerde, 'Dün Urfa'da, Malatya'da, Samsun'da minarelerden 'Türkçe ezan' yerine Arabça sözler okuyan meczub kişiler tutuklandı' diye haberler çıkıyordu.
Benim doğduğum Samsun köylerinden birinde, yaşlı bir 'Molla Ahmed' vardı, iki çınar arasında yaptığı merdivenle yukarı çıkıp ezan okuyacağı zaman, biz çocuklara, 'Çocuklar, evlerinizde misafir var mı?' diye sorar ve 'Yok!' cevabını alınca, o zaman da, köyümüze doğru gelmekte olan 'cenderme'ler olup olmadığını anlamak için etrafı kolaçan eder ve ondan sonra 'Allahuekber.' diye okur, biz de onu huşû içinde dinlerdik. Ama, öyle değil de, o minarelerimize yabancı başka bir takım sözler okursa, köyde yabancı birisi olduğu anlar, biz de aşağıdan, hocanın sözlerine şamata ile karşılık verirdik.
İlginçtir, 14 Mayıs 1950 Seçimleri'nde 27 yıllık Şeflik dönemi sona erince, Başvekil Adnan Menderes'in ilk işlerinden birisi, 'Ezân-ı Muhammedî' üzerindeki o zorbaca, faşistçe yasakları kaldırmak olmuştu ve 17 Haziran 1950'den itibaren 'Ezân-ı Muhammedî'miz kavuşmuştuk.
Bu açıdan, 17 Haziran 1950'nin 73. yıldönümünü unutmamak gerekir. Başka siyasî liderlerden filanın, filan şehre gelişinin yıldönümü diye 100 yıla yakın bir süredir resmî törenler yapılırken; biz de, bir zulme 'Dur!' denilmesine öncülük eden Adnan Menderes'in ruhuna bir Fatiha okuyarak da olsa o büyük hizmeti analım. Çünkü 10 yıl başbakanlık yapan ve Müslüman halkımız tarafından sevilen Adnan Menderes, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'yle devrilmiş ve sonra da en alçakça yöntemlerle güyâ yargılanıp idâm olunmuştu.
Bu vesileyle şunu da ekleyelim, 15 Temmuz 2016'daki hain, kanlı darbe teşebbüsünden sonra Meclis'te 'Darbeleri Araştırma Komisyonu' diye bir çalışma grubu oluşturulduğunda, Adnan Menderes'in hapiste olduğu dönemde muhafızı olan subaylardan olan, 1997-98'lerde Genelkurmay Başkanlığı'na kadar yükseltilmiş olan 'karadayı' diye anılan bir kişiye, '27 Mayıs 1960 Darbesi'nin mantıkî dayanağı var mıydı sizce ?' diye sorulduğunda, 'Menderes'in devrilmesi ve idâm olunması için, 'ezân' okunmasına getirilen yasağı kaldırması bile tek başına yeterli bir sebepti.' cevabını vermişti.
Gerede'den İsmail Kendirci diyor ki: 'Buradaki mâlûm bir laik ve ırkçı kişi, 'Erdoğan Cumhurbaşkanlığını tekrar kazanırsa, onun heykelini dikeceğim.' demişti.
Erdoğan kazanınca, bu sözü o kişiye hatırlatılmış, o da sözünü yerine getirmek için heykel dikmek üzere harekete geçmişti ama öğrendik ki, aziz Cumhurbaşkanımız, böyle bir teşebbüse izin vermemiş. İslamî hassasiyeti olan herkes, eminim ki Tayyib Erdoğan'ı bu dikkatinden dolayı da onu daha bir seviyor ve 'Allah razı olsun' diyordur. Onu, o kadar dış ve iç entrikalara rağmen yeniden kazandıran, -laik kafalar bunu anlamasalar da-, işte bu dualardır da...
Biz Müslümanlar, saygı duyduğumuz bir kimsenin mezarına, türbesine gidip, bir 'Fatiha' okuyunca bunu anlamayıp, 'gericilik' sayan -laik kafalar-, kendi 'ikon'laştırdıkları bir takım isimlerin heykelleri veya mezarları karşısında adetâ, ibadet edercesine bir huşû içinde dikiliyor veya selâm duruyorlar.
Bıktık şu, bu gibi resmî zorlamalarla bir takım heykeller veya mezarlar karşısında çelenk koyma ve selâm durma ilkelliklerinden.
--Evet, bu Geredeli kardeşimiz de böyle söylüyor. Bu konuya yarınki yazımda daha genişçe değineceğim, inşallah.
Zeki Bilgili isimli okuyucu diyor ki: 'AK Parti'ye yakın olduğu düşünülen N.Ş. gibi bazı gazeteciler, bu partinin adı 'AK Parti' iken, ısrarla AKP diyorlar. Bunu nasıl değerlendirmeli?'
--Evet, Adalet ve Kalkınma Partisi', AKP diye de kısaltılabilirdi belki, ama bu parti, İçişleri Bakanlığı'na verdiği kuruluş dilekçesinde, isminin kısaca 'AK Parti' olduğunu da tescil ettirmiştir. Böyleyken, ısrarla AKP demekte özel bir maksad aranabilir. Bu konu, AK Parti'nin ilgili birimlerini ilgilendirir.
STAR
Kaynak: Bakalım, bu ‘müsademe-i efkâr'dan nasıl bir ‘Barika-i hakikat' çıkacak! - SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL