Kurban Bayramı'nın arifesinde, yani 19 Temmuz Pazartesi günü, Bağdat'ta bir Pazar yerinde patlayan bomba ile sivil halktan 35 kişi parçalandı ve yüzlerce de yaralı...
DAİŞ adına üstlenildi...
Dünya kamuoyunun ilgisizliği bir yana, Müslüman dünyasının da umurunda bile olmadı... Çok olağan ve sıradan bir hadise imiş gibi karşılandı...
225 milyonu aştığı söylenen dev nüfusuyla Afrika'nın en büyük ülkesi sayılan Nijerya'da Boko Haraam' (Kutsal Kitab) isimli ve 'İslam adına' diyerek kanlı bir mücadele verdikleri iddiasında bulunan silâhlı teşkilat unsurlarca, kitleler halinde öldürülen sivil insanların haberlerinin ulaşmadığı gün yok neredeyse... Kur'an mekteplerinde yatılı olarak okuyan 13-14 yaşındaki kız çocuklarından yüzlercesinin kaçırılıp, maruz bırakıldıkları zulümler de bir başka konu... Bir süre önce pirinç tarlalarında çalışan işçilerden 120'sinin öldürülüşü de pek ilgi çekmedi. Dahası, o işçilerin Müslüman da oldukları, üzerlerine kılınan cenaze namazından anlaşılıyordu. Müslümanların, hele de İslâm adına yapılan eylemlerle kana bulanmasını, katledilmesini Müslüman toplumlar bile kanıksadıklarına göre, başka dünyalar bundan niye bir de birkaç köşe olmasınlar...
Aynı durum Afganistan için de geçerli...
Daha iki ay önce bir kız mektebine yapılan baskında, 15 yaş altındaki öğrencilerden hayatını kaybedenlerin 150'yi aştığı bildiriliyor... İlginçtir, Nijerya'daki hareketle organik bir bağı var mıdır, pek netleşmedi; ama, o çocukları hedef alanların zihniyetleri arasında bir bağ olduğu anlaşılıyor.
Bu facialara böyle birkaç cümleyle değindikten sonra...
Afganistan'ın bugün dünya siyaseti açısından karşı kaldığı bir yeni mesele üzerinde duralım biraz...
Sovyet Rusya'nın 1978-1991 arasındaki, 13-14 yıllık kanlı işgalinden sonra Afganistan'dan kaçmak zorunda kalması, elbette büyük bir zafer idi Afgan halkı için...
Ama, İslâm adına ortaya çıkan yığınla 'mücahid' teşkilatları yazık ki, kendi aralarında birliğe ulaşamayıp, aralarındaki kanlı iç boğuşmayı daha da derinleştirince... O 'mücahid' teşkilatlarında hiç bulunmamış ve Pakistan'daki medreselerde öğrenim gören 'Talebeler' /(Tâlibân) Hareketi, Pakistan ordusunun da desteğiyle devreye sokulmuş ve bu durum, teşkilatlar arası boğuşmalardan daha bir yorgun düşen Afgan halkının sempatisiyle de karşılanmıştı...
Ancak, 11 Eylûl 2001'de, Amerika'da meydana gelen korkunç saldırıların ardında olduğuna inanılan Usâme bin Ladin'i Tâlibân'ın koruduğu kanaatiyle Amerikan emperyalizmi, Afganistan'ı ağır şekilde bombardıman etmiş ve 'Tâlibân' rejimini iktidarının 7'inci yılında, 2002'de devirmiş ve yerine, bir Amerikan Petrol Şirketi'nde yıllarca çalışmış olmaktan başka bir özelliği olmayan Hâmid Karzaî'yi Devlet Başkanlığı'na oturtmuştu.
Aradan 20 yıl geçti ve Amerika da, tıpkı Rusya gibi, Afganistan'da kendi isteğine uygun bir yönetim gerçekleştiremeyeceğini anlayınca, Amerikan Başkanı Biden, Afganistan'dan çekilme kararı aldı.
Ama, Kabil Havaalanı'nın yine de Amerika ve müttefiklerinin elinde olması gerekiyordu. Esasen NATO vazifelendirmesi gereğince, bu havaalanını yıllardır, Türkiye'nin askeri ve diğer teknik elemanları yönetiyor ve güvenliğini sağlıyordu. Şimdi, Amerikan Başkanı Biden, bu havaalanının Türkiye tarafından işletilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Türkiye Başkanı Erdoğan da, bunun prensip olarak kabul edilebileceğini ve amma, bir takım şartları olduğunu ve özellikle de 'Tâlibân'ın üzerinde derin etkisi olduğu bilinen Pakistan'la birlikte bu havaalanın işletilmesi ve güvenliğinin sağlanması gerektiğini beyan ediyordu.
Ama, Erdoğan son Kıbrıs gezisi sırasında, 'Tâlibân'la görüşülebileceğini ve Tâlibân'ın da, tıpkı Amerika'yla görüştükleri gibi kendileriyle de görüşmesi gerektiğini' belirttikten sonra, 'Tâlibân'ın, kendi ülkelerini işgal etmekten vazgeçmeleri' çağrısı da yapınca... Bu ağır ihtar karşısında, Tâlibân'ın nasıl bir tavır sergileyeceğini kestirmek son derece zor... Nitekim, Erdoğan'ın bu kardeş kavgasına ve de işgale son verilmesi şeklindeki hem hayırhah, hem de ihtar mahiyetindeki sözlerine Tâlibân, günlerdir net bir karşılık vermedi.
Bunun için de biraz daha gerilere gitmek gerekiyor...
Çünkü, Türkiye'ye karşı tavır koymanın, Tâlibân'ı Afgan halkıyla karşıya getirmesi ihtimali var.
Şöyle ki, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın aldığı ağır yenilgideki pay ve sorumluluğundan kurtulmak için, Rusya'ya kaçan ve oradan da Rusya komünistlerinin Orta Asya'daki sızma hareketlerine karşı koymak için Özbekistan ve Tacikistan'a geçen Enver Paşa'nın 'emir eri' durumunda olan bir ilginç isim vardır Afganistan tarihinde... Bu isim, 'Beççe-i Saka' (Sakaoğlu) Habibullah'dır. Beççe-i Saka, sırf Osmanlı İslam Ordularının Başkomutan Vekili olan Enver Paşa'nın emir eri olmasının kendisine kazandırdığı itibar ile, ülkenin kontrolünü adım adım ele geçirmekteydi. Tıpkı bu gün Tâlibân'ın yaptığı gibi...
Ancak, Beççe-i Saka, devleti nasıl yöneteceğini bilemiyordu...
Tâlibân'ın 100 yıl öncelerdeki ilk temsilcilerinden sayılabilecek ve Afganistan'da 9 ay kadar hükmeden ve M. Kemâl'in hayranı ve tilmizi sayılabilecek olan Afgan Kralı/ Şahı Emanullah Khan'ı Hindistan'a kaçmaya zorlayan Beççe-i Saka Habibullah, evet, tam bir çıkmaza saplanmıştı. Tâlibân, belki samimî ve amma bilgisizlik ve tecrübesizlikle de mâlûl olan başarısız Beççe-i Saka'nın hata ve yanlışlarından ders alabilecek mi?
Bu konuya burada ara verip, devamını önümüzdeki yazıda ele alalım, inşaallah...
Kaynak / Star Gazetesi