Ülkemizde mâsum temenni veya mânası düşünülmeden verilmiş bir hayli isimler vardır. (Sosyete çevrelerinde çocuklara verilen isimler ise, daha bir tuhaf ve hiç de mâsum olmayan mânâları da ihtiva etmektedir.)
'Satılmış, Satuk, Satı, Satiye, Dursun, Durdu, Durmuş, Döne, Döndü, Kâfi, Yeter.. Cumhur, Devlet, Devrim, ' vs. gibi..
Bazı anne-babalar, bir türbe veya 'yatır'ı ziyaret ederler, doğmasını umdukları ve doğumunu bekledikleri çocuklarını, orada yatan zâtın inanç veya düşünce çizgisinde olması için, o çizgiye adadıklarını belirtir ve doğacak çocuğa 'Satılmış, Satuk, Satı, Satiye..' gibi isim verirler.
'Dursun, Durdu, Durmuş..' gibi isimler ise, genelde, çocukları arka arkaya ölen anne-babalar tarafından, yeni doğan bebeklerinin hayatta kalması temennisini yansıtır.
Çocukları arka arkaya kız veya oğlan olanların, yeni bekledikleri bebeklerinin farklı olması için belirledikleri isimler ise Döne veya Döndü şeklinde olur. Artık yeni bebek istemeyen anne-bebelerin çocuklarına verdikleri isim ise, genelde 'Kâfî, Yeter..' şeklinde olur.
İdeolojik çatışma dönemlerine kendilerini çok şiddetli kaptıranların çocuklarına verdikleri isim ise, 'Cumhur, Devlet, Devrim, Eylem, vs.' şeklinde olmaktadır.
Bundan ayrı olarak, çocuklarına, acaib isimler veren aileler de vardır ki, Kur'an-ı Kerîm'de bazı çirkin halleri anlatmak için kullanılan kelimeler olduğunu düşünmemişlerdir.
Soyadı ise, hele de, 1934'de çıkarılan 'soyadı kanunu'ndan sonra daha bir faciadır.. Çünkü, ondan önceki nüfus kayıtlarından, kimin, hangi soy veya boydan geldiği anlaşılabilirken, onun yerine, ilgisiz ve hattâ bazı tuhaf kelimeler de 'soyadı' olarak yazılmıştır.. Öyle ki, 'yazım memurları' köylere gitmişler, ama, 'harf devrimi' yapıldığından, kelimelerin lâtin alfabesine göre nasıl yazılacağını bile bilmiyorlar.. Bir de, faşist- baskıcı bir dönemde, insanlar alacakları soyadının suç olabileceği korkusuyla, işi yazım memuruna bırakmışlar.. Onlar da akıllarına her ne kelime geldiyse, onu 'soyadı' diye yazmışlar, bazan da, şairlikleri tutup, 'taş, baş, yaş..' gibi kelimeleri yazmışlar.. Bazılarının, sadece kendilerine soyadı olarak alıp, başkalarınca alınmasını yasakladığı tuhaf ve iddialı isimleri ise daha bir ayrı konu.. Yeni toplumun, asîl irfan ve kültürümüz açısından olabildiğince kıraç bir zemin oluşturulması hedeflendiği ap-açık ortadadır.
Halbuki, Hristiyan ve Yahudi toplumlarında ise, hâlen de, çocuklara genelde iki isim verilir ve bu iki isimden birisi, kendi dinlerinin tarihindeki örnek şahsiyetlerin erkek ve kadınların isimleridir.
Evet, bu konuya, dün toprağa verilen 'merhûm' Oğuzhan Asiltürk vesile oldu..
Çünkü, Oğuzhan Asiltürk'ün ilk ismi bu değildi... Doğduğunda adını Durmuş koymuşlar... Soyadları da 'Durdu' imiş...
Böyle bir isim, öğrencilik yıllarında arkadaşları arasında alay konusu bile olmuş.. Hani, ismi Fikri Durmuş olan bir başka siyasetçi de vardı ya..
Oğuzhan Asiltürk liseyi bitirdiğinde, o isimleri mahkeme kararıyla terk etmiş ve o günlerin 'Türkçü' cereyanlarının da etkisiyle, 'Oğuzhan Asiltürk...' ad ve soyadını almış.
Ama, 1973- 74'deki 9 aylık Ecevit- Erbakan Koalisyon Hükûmeti'nde, 36-37 yaşında genç bir İçişleri Bakanı olarak adı duyulduğunda, 'Ülkücü' çevrelerin, 'Tam da bize ait ad ve soyadı...' diye hayranlıklarını gizleyemeyişleri meşhurdur.
Ama, o, hep Erbakan çizgisindeydi. Ve (merhûm) Erbakan üzerinde o kadar etkiliydi ki, parti içinde eleştiri yapılacak bir durum olduğunda, oklar Erbakan'a ve başkasına da değil, Asiltürk'e çevrilirdi..
O kadar eleştirilere rağmen, Oğuzhan Bey, geniş yürekli sayılabilirdi. Gerçi, onun İçişleri Bakanı olduğu sıradaki bir uygulamasını 1974 yılında, 'Bâb-ı Âli'de SABAH' gazetesindeki günlük yazılarımdan birinde eleştirdiğimde, eseflerini duyurmuştu. Ama, karşılaşmalarımızda onu hiç hatırlatmamıştı.
Bir defasında ise..
1977 Seçimleri öncesinde.. MSP Genel Merkezi'nde, merhûm Fehim Adak, Süleyman Ârif Emre ve Oğuzhan Asiltürk'le sohbet ediyorduk.. Bir gazeteci arkadaş heyecanla içeri girdi ve Oğuzhan Bey'e, aleyhindeki bir ses kaydı olduğunu söyledi.
(Merhûm) Necîb Fâzıl, o sırada MSP'den uzaklaşmış, Türkeş'in yanına geçmişti.. Bir toplantıda, Oğuzhan Bey'in bir sözü hatırlatılınca, o da, Oğuzhan Bey'in ad ve soyadının iki hecelerini değiştirerek, kafiye oyunuyla eleştiriyordu.
Kaseti Oğuzhan Bey de dinledi.. Tepkisinin çok sert olacağı sanılırken, o, o kafiye oyununu kahkahayla karşılamış ve , 'Gerçekten üstadısın...' diyerek, beklentileri boşa çıkarmıştı.
Oğuzhan Bey, rakip veya hasımlarına gerektiğinde çok sert ve iğneli sözlerle de karşılık verirdi elbette, ama, genelde böylesine geniş yürekli bir 'insan' idi de..
Erbakan Hoca son demlerinde, Parti'ye bir Genel Başkan belirlemiş ve Genel Başkan'ın üstünde de 'Yüksek İstişare Kurulu' oluşturmuş ve Asiltürk'ü, o en yetkili organın başına getirmişti. Bu, onun kendinden sonraki 'lider' olarak belirlendiği mânâsındaydı.
Nitekim, Erbakan'ın vefatından sonra, babasının ismi etrafında, oğlunun bir siyasî hareket oluşturmak istediği hissedilince, ona, 'manevî açıdan bir sorumluluk' ifade eden 'biat'ı hatırlatmış ve ama, oğul Erbakan ayrı bir çizgi takib etmişti.
Asiltürk, tıpkı Erbakan gibi, sadece mevcud kanun düzenine göre değil, şer'î / manevî sorumluluğu ifade eden bir emîr, bir lider anlayışına sahib idi.
Erdoğan ise, 'Biz tekkeye mürid istemiyoruz.' diyerek, farklı bir anlayış çizgisini işaret ediyordu.
Oğuzhan Bey'e, ebediyet yolculuğunda, 'rahmet-i ilâhî'nin refakat etmesi niyaz ediyorum.
Kaynak / Star Gazetesi