28 Şubat adıyla anılan azgınlık sürecinde Müslümanlar olarak çokça haksızlığa, adaletsizliğe şahit olduk, geniş kitleler bizzat bu zulümleri yaşadı. Kemalist statüko güçleri İslami hassasiyet sahibi çevreleri, şahısları, yapıları ezmek için her araca başvurdu, kural tanımadı. Bunu yaparken de temel gerekçe olarak İslami kesimin eğer güç bulursa laik devlet yapısını tasfiye edeceği korkusunu öne çıkarttı. Dolayısıyla da buna izin verilemeyeceği tezini dayattı.
Mantıki açıdan bu korkuları çok temelsiz sayılmazdı. Doğal olarak İslami kimlik laik sistemin tasfiyesini içerir. Ne var ki bu iddiaya ilişkin olarak somut manada bir delil ortaya koymadan, mevcut ceza kanunlarına aykırılık içeren fiili bir durum, bir eylem olmaksızın ileri sürülen ithamlar ve buna bağlı olarak uygulanan müeyyideler, verilen cezalar elbette hukuksuzdu.
Eskiden “Hani Delil” Diye Soruyorduk
Bu yüzden hatırlanacak olursa, bu süreçte İslami çevreler yaygın biçimde hukuksuz yargılamalardan yakınmakta ve yapılanların bir niyet okuma olduğundan, bir tür cadı avına dönüştüğünden şikayet etmekteydi. Statüko güçlerinin meri hukuku ihlal ederek verdikleri kararların, örneğin RP’nin kapatılmasının, vakıf ve derneklerin tasfiyesinin hiçbir şekilde hukuki temelinin bulunmadığı sürekli dile getirilmekteydi.
Hatırlanacaktır, “Bir Hak Düşmanı” adlı tiyatro oyununda Kemalist sistemin zulümlerinin dile getirilmesinden ötürü oyunun yazarı ve oyuncularına oyunun 8 kez sahnelenmesinden ötürü 8 defa ceza verilmişti. Kudüs Günü etkinliği “laik devlet düzenine muhalefet” suçlamasıyla terör faaliyeti kabul edilmiş ve cezalar yağdırılmıştı. Aynı süreçte Recep Tayyip Erdoğan da okuduğu şiirle halkı düşmanlığa sevk etme suçundan hapisle cezalandırılmıştı.
Bizler bu süreçte Kemalist sistem güçlerinin bu cezalara, dayatmalara, baskılara yol açan korkularının haklı olup olmadığını tartışmadık. Her defasında “Deliliniz var mı?” diye sorduk ve yaptıklarının hukuksuz olduğunu dile getirdik. Gerçekten de başörtüsü yasağından İmam Hatiplilere katsayı zulmüne dek pek çok konuda statüko güçlerinin korkularını bastırmak için devreye soktukları uygulamaların en temelde açık bir hukuksuzluk olduğunu sürekli vurguladık ve bu meşum süreci hala da lanetle anmaya devam ediyoruz.
Ve şimdi Rabbu’l Alemin günleri döndürdü ve dünün mağdurları bugün güç sahibi konumuna oturdular. Türkiye’de hukuk düzenine ilişkin tartışmalarsa azalmadan devam ediyor. Yine birileri hukuksuzluktan şikayet ederken, birileri ise yapılan edilenleri savunuyor.
İlginç bir şekilde dün “Hani delil?” sorusuyla hukukun temel ilkelerine dikkat çekenler bugün karşıt gördüklerine adeta “delile ne gerek var, biz sizi tanıyoruz, sizin suçlu olduğunuzu biliyoruz” diyerek aynı ilkeleri rafa kaldırıyorlar.
Artık Delile Gerek Kalmadı mı?
İşte en son Gezi davasında yaşananlar bu tutumun tipik bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Önceki beraat kararları yok sayılıp, yeniden davalar açılıyor. Gezi bileşenlerinin kimisi ayrı tutulup kimisi hakkında yargılamalara girişiliyor. O süreçte dönemin Başbakan’ın kabul edip masada görüştüğü kişiler bugün terörist ve darbeci ilan ediliyor.
Mahkeme heyetinden bir üyenin delil yokluğunu gerekçe göstererek katılmadığı kararda diğer 2 hakim bir sanığa ağırlaştırılmış müebbet cezasına hükmedebiliyor. (Ve bu inanılmaz manzara karşısında dahi hala birileri bu kararın tartışılmasını abesle iştigal olarak yorumluyor.)
Duruşmaya katılmak için yurtdışından çıkıp gelen bir sanık kaçma şüphesinden ötürü tutuklanıp cezaevine konuluyor. (Ve hala birileri yargı takibatından kaçmak için yurtdışına gitmiş kişilere “Ülkenize dönsenize, Türk yargısına neden güvenmiyorsunuz?” diye sormaya devam ediyor.)
Politika ve Hukuk İkilemine Sıkışmak
Tekrar belirtelim, bizim açımızdan mesele Gezi tayfasının ideolojik ve siyasi açıdan temsil ettiği kimlik ve değerlerle ilgili bir tartışma değil. Şüphesiz durduğumuz yer açısından bu anlayış müfsit bir kimliği temsil ediyor. Gezi hadisesinin olduğu süreçte bu olguyu net biçimde dile getirdiğimiz gibi bugün de bu zihniyetten beri olduğumuzu, daha ötesi bu zihniyetle mücadele edilmesi gerektiğini açıklıkla vurguluyoruz.
Ne var ki sorunu en temelde bir hukuk sorunu olarak ele almanın gerekliliğine de dikkat çekiyoruz. Eminiz ki, Osman Kavala ve Gezi tayfası Tayyip Erdoğan iktidarına karşı dün (ya da bugün) askeri bir darbe gerçekleşmiş olsaydı, bundan hoşnutluk duyarlardı. Ama bu kanaatimiz bu insanlara fiilen bir darbe girişimi içinde yer aldıkları ithamını yöneltme hakkını bize vermiyor.
Bu tür bir suçlama için elle tutulur, gözle görülür, açık, somut delil gerekiyor. Aksi halde 28 Şubat’ta ellerinde hiçbir somut delil olmadan bizleri laik devlet sistemini yıkmaya kalkışmakla suçlayan Kemalist statüko güçlerinin geldiği yere düşmüş oluruz.
Adalet Herkes İçin Gerekli, Müminler İçin Farzdır!
Aynı şekilde ‘karşı’ tarafın hukuk hassasiyetinin tutarlılık düzeyi de bizim tutumumuzu belirlememeli. Nitekim laik-Kemalist çevrelerin işlerine gelen hadiselerde, kendilerine yakın kişiler söz konusu olduğunda hukukun üstünlüğünü, beraat-i zimmet ilkesini hararetle vurgularken, rahatsız oldukları kişiler için hukuku nasıl yok saydıkları, daha ötesi şedit tavırlar sergileyip, adeta canavarlaştıkları malumdur.
Halis Bayancuk davası bu durumu net biçimde yansıtan bir örnektir. Hakkında hiçbir somut delil olmadan terör örgütü yöneticiliği suçlamasıyla yıllarca hapis yatan Bayancuk hakkında mahkemenin verdiği tahliye kararı üzerine CHP’lilerin, HDP’lilerin Meclis’te nasıl kıyameti kopardıkları asla unutulamaz. Bugün Gezi davası sanıkları için özgürlük çağrıları yapan bu sözde hukukseverlerin İslami kimliğinden ötürü düşman olarak gördükleri kişilere her türlü hukuksuzluğu mübah addettikleri öteden beri bilinen bir şeydir.
Buna rağmen bu çarpık ve ikiyüzlü tutumun kanaatlerimizi, duygularımızı etkilemesine ve bizi haksızlığa, adaletsizliğe sürüklemesine izin vermemeliyiz. Biz, bizi bağlayan ilkelere, esaslara göre tavır takınmak zorundayız. Velev ki düşmanlarımız için dahi olsa kıl kadar haksızlığı, adaletsizliği meşru görmemeliyiz.
Bu yaklaşımı aşırı iyimserlik, saflık, aymazlık olarak yorumlayan ve “ama onlar” diye söze başlayarak malum kesimlerin ne derece zararlı ve düşman olduklarını sıralamaya girişen dostlara tekrar hatırlatalım: Onların kim oldukları ve ne yaptıklarından önce bizim neyin peşinde olduğumuz önemlidir.
Hiç şüphesiz “Ne pahasına olursa olsun iktidar” mantığı İslami bir mantık değildir, sahiplerini adalete ve erdeme taşımaz. Bilakis güç sarhoşluğuna sürükler ve zulme meylettirir. Oysa biz hoşlanmadıklarımız, hatta kin duyduklarımız için dahi adaletle davranmakla yükümlüyüz. Unutmayalım ki Müslümanların adil ve emin kişilikler olma vasfını kaybetmesi tehlikesi, iktidarın kaybedilmesi riskinden daha basit ve önemsiz bir şey değildir.