6 Şubat depreminin sarsıntıları her açıdan sürüyor. Bu kadar büyük ve sarsıcı bir hadisenin etkilerini daha çok uzun bir zaman yaşamayı ve konuşmayı sürdüreceğimiz açıktır.
Karşımızdaki manzara bizi hayat ile ölüm arasındaki ilişki; sahip olduklarımız ve arzu ettiklerimiz ile asıl hedeflenmesi gerekenler arasındaki denge hususunda çok dikkatli olmaya sevk ediyor. Hızlıca gündemleşen ve bir çırpıda tüketilen mevzuların ötesinde asıl yoğunlaşmamız gereken hakikate odaklanmamızı, nefsimizi ve yakınlarımızı korumak için tedbirler almamızı gerektiren dehşetli bir tabloyla yüz yüzeyiz.
Onarılması gerekenler sadece binalarımız mı?
Herkesin evini, binasını güçlendirmekten, yenilemekten söz ettiği; kentsel dönüşüm projelerine kafa yorduğu bir ortam var karşımızda. Şüphesiz gayet lüzumlu bir çaba bu, panikle hareket edip evhamlı bir ruh haline yol açmadığı müddetçe bu çabaların anlayışla karşılanması ve desteklenmesi elzemdir. Eğer yaklaşan bir tehlike varsa tedbir almakla mükellefiz.
Ne var ki evlerimizin sağlamlığını, binalarımızın mukavemetini konuşurken imanımızı güçlendirme, kalbimizi onarma, topyekün ıslah istikametinde bir dönüşüme talip olma çabalarımızın zayıflığını da görmezden gelmemek gerekiyor. İman perspektifinden bakıldığında tek başına binaların sağlamlığının bir şey ifade etmeyeceği, salih amellerle donatılmadığı müddetçe en güçlü kalelerin bile derdimize derman olmayacağı bilinmelidir.
En temel sorunumuz dayanıklı evler, şehirler kurmak değil; dayanıklı kimlikler, sağlıklı bakış açıları, dünyayı temel hedef haline getirmek yerine ahiret eksenli düşünme biçimi inşa etmek olmalı. Aksi takdirde ruh hastası bir toplum olup çıkmak da var işin neticesinde.
Depremin sarsıntılarına karşı gayet mukavim binalarda ikamet eden ama derin manevi sarsıntılar karşısında sürekli sarsılan, devrilen, bunalıp çözülen bir toplum ve onun bireyleri olmak ne ifade edebilir ki? İmanla ilgili, ahlakla ilgili, aile yapısıyla ilgili zaaflar, çözülmeler yakın tehlikeye işaret ediyor. Unutmayalım ki sağlam binalarla depreme karşı içinde yaşadığınız mekanı koruyabiliyorsunuz belki ama o mekanın yuva olabilmesi elbette başka çabaları gerektiriyor.
Asıl olanı ihmal etmemek
Herkesin birbirine dünyada nasıl daha uzun kalınabileceğinin formüllerini salık verdiği bir vasatta biz muhataplarımıza dünya hayatının geçici olduğunu, asıl hedeflenmesi gerekenin ahret yurdu olduğunu hatırlatmalı ve öncelikle de kendimizi bu gerçeğe hazırlamalıyız.
En’am Suresinin 32. yetinde Rabbu’l-Alemin şöyle buyuruyor: “Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Ahiret hayatı ise muttakiler için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmıyor musunuz?”
Gerçekten de sahih bir iman ve salih amellerle desteklenip, tezyin edilmeyen, imar ve inşa edilmeyen bir dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Sahibini derin bir hüsrana sürükleyen büyük bir aldanma, tam bir felakettir.
Unutmayalım ki yaşadığımız her gün, nefes alıp verdiğimiz her an bize bahşedilen bir imkan, kendimizi düzeltmek, günahlardan, hatalardan nefsimizi arındırmak için bir fırsattır. Bu yüzden kendimize her zaman sormamız gereken sorular bu tür dehşetli süreçlerde, ibret almayı gerektiren böylesi ortamlarda daha fazla gündemimizde olmalıdır.
İbret almak
Karşılaştığımız bu büyük musibet, afet bizi uyandırdı mı? Her an gelebileceğini gördüğümüz, gayet sıcak bir şekilde soluduğumuz ölüme hazırlıklı mıyız? Şahit olduklarımız bizi Rabbimize yakınlaştırdı mı? Dünya hayatının, zevk ve eğlencesinin gelip geçici olduğuna dair inancımızı pekiştirdi mi?
Rabbimizin şu uyarısını hatırlayalım: “Size verilen şeyler dünya hayatının geçimliğidir. Allah katındaki şeyler ise, iman edenler ve Rab'lerine bağlananlar için daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (Şura, 42/36)
Hayatı daha konforlu, eğlenceli yaşamak, daha fazla şeye sahip olmak ve tüketmek ile daha izzetli bir hayata talip olmak arasındaki farkın ne kadar farkında olduğumuzu kendimize sormalıyız. Geçici heveslere, zevklere değil, kalıcı olana yönelmeli ve çevremizde bu bilinci yaygınlaştırmak için çabalarımızı artırmalıyız.
Kimlerle birlikteyiz?
Aynı şekilde kardeşlik hukukunun korunmasına, dostluklara da çok önem vermeliyiz. Bir binanın, bir büyük sitenin bir dairesinde, bir ofiste, dükkanda kimselere görünmeden, kimselerle irtibat, diyalog kurmadan, hiçbir hayra ortak olmadan, hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi şiar edinmeden yaşanılan hayatlar ne kadar değersiz ve anlamsızdır. Oysa insanlar birbirlerine muhtaçtırlar, birbirlerinin kahrını da çekmeli, güzelliklerine de ortak olmalıdırlar.
İşte en net ve acı şekilde gördük: Pek çok insan birilerinin çıkıp imdatlarına gelmesini, kendilerine el uzatmasını beklediler. Çünkü her türlü yardıma, desteğe muhtaçtılar; hayatı kendi başına yaşamanın anlamsızlığıyla en açık, en net bir şekilde yüzyüzeydiler.
Rabbimize hamd olsun ki, sıkıntının, acının yaşandığı her yerde Müslümanlar, Mümin kardeşlerimiz güçleri yettiğince, imkanlar elverdiğince yoğun bir çabayla, fedakarlıkla insanların yardımına koştular, yaralarını sarmak için adeta çırpındılar.
Resulullah (s) şöyle buyuruyor: “Kul kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah da onun yardımında olacaktır.” (Buhari, Mezalim; Ebu Davud, Edeb; Tırmizi, Hudud)
Ama bilelim ki Müslümanların desteğine, yardımına, el uzatmasına sadece enkaz altında kaldığımızda değil her zaman, hayatımızın her anında muhtacız. Şüphesiz hayırlı, sağlıklı ortamlar ancak Allah azze ve cellenin rızasını merkeze alan ilişkilerle gelişir ve bu ilişkilerle korunur. Bizler de ancak bu ortamların bir parçası olabilirsek nefsimizin esaretinden ve şeytanın iğvasından kendimizi koruyabilir, hayatı Rabbu’l-Alemin’in tayin ettiği istikamette yaşayabiliriz.
Allah Teala bizi Müslümanlarla beraber yaşatsın ve son nefesimizi de Müslüman olarak, sadece Müslüman olarak vermeyi nasip etsin! Ramazan ayını bedenimizle, ruhumuzla kendimizi onarmamıza vesile kılsın!
Kaynak: Devam eden sarsıntılar ve alınması gereken tedbirler - RIDVAN KAYA