MUSTAFA ARMAĞAN - YENİ KIZIL ELMA’MIZ ÖLDÜRMEYECEK ŞEHİRLER OLMALI

MUSTAFA ARMAĞAN - YENİ KIZIL ELMA’MIZ ÖLDÜRMEYECEK ŞEHİRLER OLMALI

MUSTAFA ARMAĞAN - YENİ KIZIL ELMA’MIZ ÖLDÜRMEYECEK ŞEHİRLER OLMALI


Öylesine gel-gitli günler yaşıyoruz ki, dakikalar kedere boğuyor, dakikalar müjdeye kanat açıyor. Kurtarılan canlarımızla bir an dahi olsa teselli oluyoruz. Lakin bu perde arası kazançlar deprem bölgesinin adeta mahşer yerini andırdığı gerçeğini değiştirmiyor. 

Mahşer yeri ve boşalan güzelim şehirlerimiz. 

“Ezelden” memleketim Şanlıurfa, çocukluğumun bir kısmının geçtiği Gaziantep, iki gözüm Kahramanmaraş, daha geçenlerde ziyaret ettiğim sevgili Kâhta ve Adıyaman… Ve Osmaniye’si, Adana’sı, Malatya’sı, Hatay’ı, Diyarbakır ve Kilis’i ve az da olsa Elazığ ve Mardin’i ile birlikte aslında hepimizin kökleri sarsıldı 6 Şubat günü. 

Ardından tarihî şehirler ve ilçelerimiz büyük ölçüde boşaldı. 

Antakya’da Anadolu’daki ilk cami kabul edilen Habib Neccar Camii’nden tutun da Cemil Meriç’i Cemil Meriç yapan meşhur Antakya Lisesi’ne kadar yığınla tarihî eser harabe halinde.    

Depremin vuku bulduğu dakikadan itibaren hepimiz endişe ediyorduk can kayıplarının artmasından. Kahramanmaraş depremine kadar “asrın en büyük depremi” olarak bilinen 1939 Erzincan depremindeki ölümlerin sayısı 32 bin 741 olarak açıklanmıştı (Akşam, 1 Şubat 1940). Mevcut depremdeki can kayıpları ise şimdiden 35 bini geçti. Allah teala canlarımızın cümlesine rahmet eylesin, yaralılarımıza da şifalar versin. 

 

Unutmayalım: Hepsine özür borcumuz var. 

Bu tür yapısal şiddetlerin tekraren yaşanmayacağı bir Türkiye umudu yeni ve acil Kızıl Elma’mız olacak bundan sonra. Daha doğrusu olmalı. 

Bir toprağı vatan yapmanın sadece orayı fethetmekle değil, o toprağa pençelerini sımsıkı geçirmekle, yani kalıcı olmakla gerçekleştiğini öğretmişti ecdadımız. Nitekim Gazi Evranos Beğ’in Balkan fütuhatını çalışan Amerikalı (şimdi Türk vatandaşı) Osmanlı tarihçisi Heath Lowry onun ayak izlerini Balkan topraklarında sürerken şu çarpıcı gerçeği fark etmişti: 

Osmanlı ordusu fethettiği şehirleri imar ede ede ilerliyordu. Ve öylesine bir maharetle imar ediyordu ki, asırlar sonra dahi kullanılan eserler ekiyordu toprağa. Üstad Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü’ndeki deyişiyle o “ardına çil çil kubbeler serpen” bir “ordu”ydu.

 

Demek hakiki fetih sadece Anadolu’nun ve Kostantiniyye’nin kilidini kırmak değil, o mekânlarda geçirilecek zamanları da fethetmekti. 

Yahya Kemal bu ışık dolu gerçeği şu vecizeyle dile getirmişti:

“Biz İstanbul’da mekânı değil, zamanı fethettik.”

 Yıl 2001. Türkiye Yazarlar Birliği üyeleri ile beraber gittiğimiz Şam’da Emevi Camii’ni ziyaret ediyoruz. Elimde de camiyi anlatan bir kitap. Okuyorum. 

Kitaba göre Emevi Camii Roma İmparatorluğu zamanında Jüpiter tapınağı iken önce Hıristiyan katedraline, İslam fethinden sonra da -Ayasofya gibi- camiye çevrilmiş. 

Derken Bizans İmparatoru bir heyet göndermiş Şam’a; diplomatik görüşme bahane; asıl maksat, eski katedralin durumunu incelemekmiş. Lakin ziyaret sırasında caminin Müslümanların elinde ulaştığı bakım seviyesi ve nefis sanatkârane ilaveleri görünce pek bozulmuşlar. Yüzleri düşmüş. Meğer onlar zannediyormuş ki, Müslümanlar geçicidir, bu şehre bakamaz, idare etmeyi beceremez ve kısa bir zaman sonra yeniden elimize düşer. Lakin binaya yapılan nefis katkıları gözleriyle görünce içlerinden biri “Bunlar gidici değil, boşuna sevinmeyelim” demiş arkadaşlarına.

 

Kitaptan başımı kaldırıp depremle sarsılan 10 vilayetimize bakıyorum.

Biz bu ruhla vatan yaptık bu toprakları. 

Kolay olmadı elbette. 

Nice çilelere, canlara, akan terlere, gözyaşlarımıza mal oldu. 

İnanıyorum ki, bu defa da öyle olacak. 

Felaketlerden ve ecdadımızdan ders alacak, acılarımızı içimize gömüp zamanı fethe devam edeceğiz.

Aklımızı başımıza devşirinceye kadar depremler öğretmenimiz olmaya devam edecek zira.