2011 Van depreminin ardından oluşan birlik ve beraberlik havasını terennüm için sevgili Vanlı kardeşlerim şöyle bir formül geliştirmişti:
Deprem olduğunda şehir nüfusumuz 500 bindi, depremden sonra 70 milyon oldu!
6 Şubat Pazartesi günü 10 Şark vilayetimizde yaşanan çifte deprem sonrasında da benzer bir hava oluştu. Etkilenen nüfusun 13,5 milyon kişi olduğu söylendi ama gerçekte 85 milyon sarsıldı. Her ne kadar bazı provokatör ve onların maşaları, destansı seferberlik hareketini sabote veya suiistimal etmeye çalışıyorsa da, bölgede ıhlamur paketleyeninden kepçe operatörüne, bebeklere patik öreninden köylere kömür dağıtanına, seyyar tuvalet için çırpınanından çay ikram edenine kadar nice nurlu el kardeşlik ve insanlık türküsü sahneliyor.
Dolandırıcı ve yağmacılara fazla takılmayalım, olumsuz hadiselere fazla kaptırmayalım kendimizi, zira onlar eninde sonunda emniyet güçlerimizin kahhar pençesini enselerinde bulacaklar. Kurtardığı bir çocuğumuz için alın teri ve gözyaşı döken Alman, Azerbaycanlı veya hangi millettense gönüllülere teksif edelim dikkat nazarımızı. İnsanımızın direncini, iman gücünü ve yaşama iradesini bayraklaştıran müşterek gayeyi tespit edelim ve bundan sonrasına bakalım.
Tabii kayıplara da.
Bu yazının yazıldığı sırada can kaybı sayısı 21 bini geçmişti. Ama bir de öteki manada “kayıplar” meselesi çıkacak karşımıza; yani cenazeleri bulanamayanlar. Nitekim Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar askeriye bünyesinde can kayıpları yanında kendisinden haber alınamayan 78 silah arkadaşlarının da bulunduğunu açıkladı.
Tıbbî tedaviler elbette elzem şu aşamada ama bir sonraki aşamada psikolojik terapiler gündeme gelecek. 13,5 milyon insanın hatırı sayılır bir kısmı travmatik seanslara muhtaç. Dahası, bunlar tedavisi yıllarca sürecek travmalar. Depremi şöyle veya böyle yaşamış akrabalarınızla konuştuğunuzda anlatımlarının bu tip psikolojik yaralanmanın izleriyle dolu olduğunu siz de müşahede etmişsinizdir.
Yıkılan veya hasarlı konutlar Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söz verdiği gibi bir yıl içerisinde inşa ve ihya edilecek. Eyvallah ama 6 Şubat depreminin vereceği ders, tıpkı 1999 Gölcük ve Düzce depremleri gibi bizi yeni bir şehirleşme modeline gitmeye zorlamazsa çok eksik kalacaktır.
Hayatını kaybedenler veya yaralananlar esasen çarpık ve yanlış şehirleşme modellerinin ve uygulamadaki laçkalıkların kurbanı değil midir? Peki bu laçkalıklar nasıl halledilecek? Nasıl kanun ve kurallara uyan bir millet olmaya başlayacağız? Kanun ve kuralların nasıl olsa delinecek bir kâğıt parçasından ibaret olmadığını ne zaman idrak edeceğiz? Allah korusun öğretmenlerimiz depremler mi olacak? Peki o uymadığımız kurallar yüzünden hayatlarını elinden aldığımız masumların uğradığı “yapısal şiddet”e ne zaman dur diyeceğiz?
Başka örnekler varsa lütfen söyleyin ama benim bizzat müşahede ettiğim iki şehir var depremlerden ders çıkarmış. Birincisi, 1939 ve 1992 depremlerinin acılarından sonra yatay şehirleşme modeline geçmiş olan Erzincan, ikincisi 1999 depreminden en ağır yaraları alarak çıkmış şehirlerimizden Adapazarı’ydı. İkisine de her gidişimde gökyüzünü boydan boya görebiliyor olmanın güzellik ve hürlüğünü doyasıya yaşıyorum. Unutmayalım ki, her iki şehrimiz de depremin örs ve çekici arasında vurula ezile bu noktaya geldi.
Keşke acılar yaşanmadan öğrenmeyi becerebilsek. O zaman gerçekten büyük millet olma yolunda ciddi bir hamle yapmış olacağız. Bu afetler bize hem insan, hem para, hem de zaman kaybettirir. Tekrar tekrar başa döneriz, her defasında sil baştan şehirler inşa etme seferberliğine girişiriz. Halbuki yapılacak iş basittir: Bu topraklarda bizden önce yaşanmış olanlardan dersler çıkarmak.
İstanbul’un Osmanlı devri konutları ahşaptı değil mi? Camiler ve medreseler vs. gibi kamusal binalar taştan ama konutlar ahşaptan yapılırdı. Neden peki? Halbuki Bizans döneminde İstanbullular taş evlerde otururdu ve ciddi miktarda taş veya tuğladan yapılma konutlar miras kalmıştı Osmanlı’ya.
Derken Sultan II. Bayezid devrinde, 1509 yılında kaynakların “Kıyamet-i suğrâ”, yani “Küçük kıyamet” dediği büyüklüğü 7’nin üstünde ve artçılarıyla birkaç ay boyu süren korkunç bir depremde bu taş ve tuğla konutlarda oturanların büyük bir kısmı hayatını kaybetti. Rahmetli mimar Turgut Cansever’in verdiği bilgiye göre bunun üzerine İstanbul’da mimar ve mühendislerle bir şûra toplandı, yeni binaların hangi malzemeyle yapılması gerektiği hususunda müzakerelerde bulunuldu ve sonunda konutlarda taş veya tuğla değil, ahşap veya hımış gibi kerpiç malzeme kullanılması karara bağlandı.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde belediye tarafından yasaklanıncaya kadar da kerpiç ve ahşap konutlar başkent İstanbul’un alamet-i farikalarından oldu. Zamanla depremlerde can kaybı hakikaten azaldı gerçi ama bu defa ahşap yapıların yangına karşı tamamen savunmasız kaldığı gerçeğiyle karşı karşıya kalındı. (Alev ve Beton adlı kitabımda bu bahsi bir ucundan açmıştım.)
Arkamızda yüklü bir birikim var. Biz bu hazine sandığının üzerinde çaresizlikten kıvranan redd-i miras etmiş evlatlara benziyoruz.
Dönüp dönüp ‘Selçuklu ve Osmanlı birikimini önemsemeliyiz’ derken masal anlatmıyorduk. Bakın, bu meselede de ecdadın nerede, ne tür binalar yapılacağına dair bilgeliğine muhtacız.
6 Şubat depremini en ağır bir şekilde yaşayan Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis ve Hatay’da geleneksel taş evlerin yıkıldığına dair tek bir haber veya görüntüye rastlamayışımız ecdadın bu toprağın huyunu, suyunu bizden iyi bildiğinin taş gibi delili değil midir? Geçmişin bilgeliği böyle yaşayan bir şey işte. Şehri “gökdelen ormanı”na çevirmenin marifet olmadığını söyleyen, başta 2009 yılının tam da bu günlerinde kaybettiğimiz Turgut Cansever olmak üzere âkil insanların ikazlarına kulak vermemenin bedelini ödüyoruz şimdi.
Ve sırada İstanbul depremi.
1999 depremlerinden bugüne, 30 yıl içerisinde 7’nin üstünde bir İstanbul depreminin yaşanacağı bilimsel çalışmalarla da ortaya konulduğu halde şehrin eski yönetmeliklere göre inşa edilmiş konut stoğunun hatırı sayılır bir kısmı hâlâ kullanılıyor. Daire fiyatları uçtu ama ya güvenlik? Ayakta duramayan bir binanın lüks olması mümkün mü? Örnek: Yan yatan “Rönesans Rezidans” rezaleti.
Elbette şu an Adıyaman, Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Malatya, Osmaniye ve Adana’nın yaralarını sarmak için canla başla çalışacağız. Ama ya sonra? Sonra Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini barındıran İstanbul ve en kalabalık bölgesi olan Marmara için kolları sıvayıp derhal harekete geçmek zorundayız.
Şehirler zehir olmadan…