SAVAK ajanları tarafından 1977 yılında 44 yaşındayken şehid edilen İranlı Ali Şeriati İran devriminin hazırlayan sevilen ideologlardan biriydi. 1980 yılından itibaren birçok kitabı Türkçeye tercüme edildi. Öte yandan ölümünün üzerinden neredeyse 50 yıl geçmesine rağmen sıradışı çıkışları ve aydın duruşu halâ ilgi uyandırmaya devam ediyor.
Ali Şeriati; benzerine nadir rastlanan bir aydındı. Tabii ki bir İranlı ve hemen her İranlıda olduğu belli bir İran-merkezli ve Şiî bakış hakim, yazdıklarına. Ancak fanatik biri değil ve İran/Fars milliyetçisi hiç değil. Düz olmayan, diyalektik bir düşünme tarzı var. Bir düşünüş tarzının en uç noktasına kadar gittikten sonra dönüp öbür türlü düşünebilmenin de bütün imkânlarını zorlayabilen nadir zekâlardan biri olduğu kesin.
Bu bakımdan Ali Şeriati’yi tek bir kalıba oturtup ‘şudur’ demek kolay değil. Nitekim çalışmalarında modern İran’ı kurmuş olan Şii Safeviler ile Sünni Osmanlılar arasında yaptığı karşılaştırmalarda kültür ve inanç olarak Safevî tarafında durmakla birlikte ona en ağır eleştirileri getirebilmekte, Osmanlıyı genel olarak tasvip etmemekle birlikte mesele İslam’ın varoluşu noktasına gelince hakkını cesurca teslim edebilmektedir.
Aşağıda okuyacağınız alıntıların Yavuz Sultan Selim-Şah İsmail çatışmasında hangi noktada durulması gerektiğini ortaya koyması bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. Bu alıntılarda ‘İslam’ın güç merkezi’ dediği, cihad eden bir Osmanlı devletini sırtından hançerleme tavrının İran’ı olduğu kadar İslam âlemini de hangi yüz kızartıcı noktalara götürdüğünü gösteriyor ki, düşündürücüdür.
İlk olarak Ali Şiası Safevi Şiası adıyla Türkçeye çevrilen kitabından bir parçayı okuyalım:
“Safevi Şiası aslında Müslüman toplumuna zıt bir mezhebi fırkadır. Varlık felsefesi ise ümmet içinde tefrika yaratmak ve büyük İslam gövdesini parçalamaktır. Öyle ki (...) Müslüman gücün (fasit Osmanlı İmparatorluğu adı altında da olsa) Hıristiyanlıkla, Avrupa’nın yeni yetme ve mütecaviz burjuvazisiyle savaşa tutuştuğu ve Batı’da ilerlediği bir sırada Safevi Şiası, Doğudan ansızın kalkarak onu arkadan hançerledi. Safevi şahları, gizli ya da açık, Doğu Avrupa krallarıyla ve kilise güçleriyle dostluk içerisindeydiler. Batı Hıristiyanlığı ve Safevi Şiiliğinin ortak düşmanını, yani Müslümanların evrensel gücünü yok etmek için ortam hazırlamaktaydılar.” (s. 223)
“Osmanlı Haçlılara
karşı İslamın kılıcıydı”
Ali Şeriati’ye göre “İslamın resmi güç merkezi Osmanlı İmparatorluğuydu. Batı Avrupa ise Hıristiyanlığın gücün merkeziydi.” (s. 47) Halbuki tarihin görmediği biçimde sömürüyü vahşice uygulayan acımasız ve zorba Batı milletleri ve onların insanlık dışı düzenini Osmanlı darmadağın ediyor, Haçlı seferleri düzenleyen Papa ile ve maceracılarını korkutuyor, Akdeniz’in, Yunanistan’ın ve Doğu Avrupa’nın Müslümanların eline geçmesini sağlıyordu. Bir başka yerde ise şunları söyleyecektir:
“Osmanlılara karşı yapılan bütün bu propagandalar, Batı’nın ve Hıristiyanlığın eski huzursuzluklarının tezahürü, o ezici kılıçlardan aldıkları yaraların ürünüdür. Ne yazık ki bütün tarihsel, siyasal ve toplumsal yargılarının -hatta kendi dinini, kendisine ait tarihini, gücünü ve kişiliklerini- Batılı yazarlardan, sanatçılardan, bilginlerden ve araştırmacılardan alan bizim aydınımız, Osmanlılara yöneltilen bütün o sövgüleri, suçlamaları, garazları ve yargıları Aydınlanma adına taklit edip yinelemektedir!” (s. 48-49)
Peki Osmanlı Safevilerce arkadan nasıl hançerlenmiştir?
“Osmanlının Batı’yla savaşı, büyük bir ufukta 15., 16., 17., 18. ve hatta 19. yüzyılların dünyasındaki İslam gücünün Hıristiyanlık gücüyle savaşıdır. (...) Osmanlı İmparatorluğu güçlerinin Batı’da ilerlediği ve Osmanlıların Avrupa ile savaşının doruk noktaya vardığı sırada ansızın, cephe gerisinden, Osmanlı doğu sınırlarının ucunda saldırgan ve yeni soluklu bir güç, kabararak, Osmanlılara arkadan saldırır. Bu kıyam tasavvuf kutuplarından biri olan Şeyh Safiyüddin Erdebilî’nin oğullarının önderliğinde İran’da baş gösterir.” (s. 51)
“Safevilerin ihaneti İslam
dünyasını darmadağın etti”
Şimdi de İran ve İslam adıyla çevrilmiş ders ve yazılarından alıntılar yapacağız:
“Safeviler; kan, çaba, cihat, fedakârlık, bilinç, sorumluluk ve emek ürünü hareketlerle dolu bu kültür ve bu mirastan, halk üzerindeki hakimiyetinin gücünü sağlamlaştırmak üzere saltanatçı ve kavmiyetçi kaba bir iktidar ve mutaassıp bir düzen üretmek, insanların imanını Osmanlıların gücüyle savaşmaya istihdam etmek, Doğu Avrupa’da İslam’ın gücünden ve Akdeniz üzerindeki egemenliğinden korkuya kapılmış ve etkili darbeler yemiş olan Avrupa Hıristiyanlığının komplocularıyla işbirliği yapmak için İran’ın ve Şia’nın çevresine kapkara surlar örmüş, bizden ve kültürümüzden, İslam tarihiyle, Kur’an’la ve İslam dünyasıyla ilişkisini kopartan bir adacık yaratmıştı.” (s. 225)
Osmanlı yıkılınca İslam dünyasının ne hale geldiği de şu satırlarında berraklaşır:
“Safevilerin zuhuruyla sırtından hançerlenen ve her yandan top güllelerine maruz kalan İslam dünyası darmadağın oldu. İşte böyle bir dönemde, Batıcılıkla epey kokuşmuş ve maymunlaşmış durumdaki İslam’ın evrensel güç merkezi (Osmanlı), bütün o tarihsel ihtişam ve göz alıcılığına rağmen İslam’ın tüm iftiharlarını inkâr eden ve onun yerine hamasetini “Türk olma”ya dayandıran bir ülke haline geldi.” (s. 226)
Ali Şeriati’ye göre bir zamanlar Hıristiyan Avrupa güçlerine karşı var gücüyle mücadele veren Osmanlılara “saldırgan Safeviler”in “arkadan saldırması” ve onu tam bu cihadı sırada “sırtından hançerlemesi” üzerine İslam’ın merkezi ağır bir yara almış, sarsılan bünye daha sonra da Avrupalıların dört bir yandan kuşatması ve saldırması karşısında yenilmiş, böylece “İslam dünyası darmadağın” olmuştur.
Sonuçta Batı, İran’da Rıza Pehlevi’yi, Türkiye’de de Mustafa Kemal’i ortaya çıkararak İslam’ın kalbgâhı olan bu iki ülkeyle birlikte İslam âlemini teslim almıştır. Ali Şeriati’ye göre İran “İslam düşüncesinin parlak merkezi”, Türkiye ise “İslam’ın gücünün tecelli merkezi” idi. Avrupa emperyalizminin muzaffer olabilmesi için her ikisi de felç olmalıydı ve nitekim oldu. Dahası, bir daha eski güçlerine kavuşamamaları için “İslam’la bağları kesilmeliydi, nitekim kesildi.”
İran’ın Irak, Suriye, Lübnan, Yemen’de vs. İslam âleminin bünyesinde açtığı yaraları düşününce yukarıdaki satırlar geliyor aklıma. Küffarla vuruşmak yerine Müslüman ülkelerle uğraşmak gibi bir misyonun İran’ın genlerine işlemiş olduğunu günümüz hadiselerinin seyrinden de çıkarabilirsiniz.