Türkiye sandık başında. Ülkesinin bundan sonraki gidişatına demokrasilerin nihai mercii olan halk karar verecek. Tıpkı 1950 yılının 14 Mayıs Pazar günü karar verdiği gibi.
İki 14 Mayıs’ın anlamını eşitlemek için uğraşmayacağım. Bunun yerine sizi o günlerin, yani 14 Mayıs 1950 ve öncesinin şahitleriyle tanıştıracak, onları konuşturacağım. Biri hususi arşivimden çıkardığım, ilk kez yayınlanacak tanıklıkları okuduğunuzda taşlar yerine oturacaktır.
Osmanlı Devleti’nde ilk genel seçim 1879 başında gerçekleştirildi. (O tarihte partilere değil, adaylara oy veriliyordu.) İlk partili seçim ise 1908 yılına nasip oldu. Osmanlı’nın son seçimi 1920 başında işgal altında yapılacaktı. Ankara’da açılan TBMM açıkça Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın devamıydı.
1923’ten 46’ya kadar siyaset sahnesindeki tek parti olan CHP’nin seçim mizansenlerini yaşadı bu millet. İlk çok partili seçim 1946’da yapıldı ama iktidar partisi hileyle oylara el koydu. 1946-50 arası hem bu seçimde çalınan oyların muhasebesi, hem de demokratik nizamın oturtulması mücadelesiyle geçti. Nihayet Yüksek Seçim Kurulu tesis edildi. Hakim güvencesi altındaki ilk seçim 14 Mayıs 1950’de yapılabildi ve o gün Demokrat Parti yüzde 52,9 oy oranıyla 10 yıl sürecek iktidarına başladı. Ama asıl önemlisi, bu sonucun, 27 yıllık Tek Parti’nin köhne nizamını sandıkta yıkmasıydı.
Bu özetin ardından tanıklarımızı dinlemeye başlayabiliriz. 1903 doğumlu olup 6 Ekim 1964 yılında Beşiktaş semtinde oturmakta olan Kadriye İri adlı bir ev hanımı 14 Mayıs’tan önceki günlere dair hatıralarını aslı arşivimde bulunan bir mektupta şöyle dillendirmiş:
Halkın sesi
“Halk Partisi iktidarından neler çektiğimi tamamiyle izah etmeye kalksam sayfalar yetmez. İçimde büyük izler bırakan yaralardan bir kaçı:
Beşiktaş iskelesinde 5 kilo kömür almak için günlerce küçük çocuklarımı bırakıp gittim, yine elim boş döndüm. Bir gün de kömür alamadığım halde kalabalıktan çıkarken iki defa baygınlık geçirdim.
Bir seferinde ise çocuğa mama pişirmek için ot minderinin otlarını mangala boşalttım. Birkaç gün idare ettim. Bu vaziyet epey sürdü. Çalıştığım halde ikinci çocuğum doğar doğmaz açlıktan- süt ne gezer, bu sefer süt alacak para yok- pirinç ununu su karıştırıp süt yerine verdim. Vitaminsizlikten evladım gitti. Yıldız’da saraylı hanımın konağında levazım yüzbaşısı oturuyordu. Gece saat 2 buçukta kapıya koca kamyon gelir, içinden teneke teneke askeriyenin erzaklarından askerler eve taşır. Karşı karşıya oturduğum için bunları gözümle gördüm evladım.
Bütün eşyalarımı sattığımdan kuru tahtada kaldım. Bir de karşımızda ekmek şubesi vardı, karnesiz ekmeği 120 kuruşa satardı. Bir gün çocuğum ablasının kucağında ekmekleri mama diye gösterip ağlarken ablası ve ben de ağlamaya başladık.
Parasızlıktan millet sabun alamıyordu. Bütün milletin başına pis böcük üşüştü.
Memura şeker yalan olmasın ya 24 ya da 31 kuruştu fakat bize 5 liraydı, onu da bulamıyorduk. Halk Partisi erkânı buluyordu, çünkü zengindiler, vurguncu idiler o zenginler. Bu ızdırapları çekmediklerinden hayat onlar için cennet, bizim için cehennemdi. Tam cennete girdik, biraz rahat edelim derken Cenab-ı Hakk onu da çok gördü, elimizden aldı. Allah rahmet eylesin cümlesine. (DP dönemini kastediyor. MA) Bu uğursuz partiyi, yani Halk Partisini tutanların o zamanın sıkıntısını çekmeyenler ve zenginlerdi.”
Size neredeyse olduğu gibi aktardığım bu mektubun binlerce benzerini arşivlerde bulmak mümkün. Bakmayın siz o Tek Parti bezirgânlarının o devri saadet devri gibi gösteren sahte tantanalarına. Halkın sesine kulak verin ki, o halk 14 Mayıs’ın ne olduğunu bu yokluk ve zulümleri yaşaya yaşaya idrak etmişti.
14 Mayıs bir haysiyet mücadelesiydi her şeyden önce. İnsan yerine konulmayan bir halkın insan haysiyetine yaraşır bir düzen arayışının zirve noktasıydı.
İki cenaze, bir seçim
Seçimden bir ay önce, Nisan 1950’de biri Ankara’dan, diğeri İstanbul’dan iki cenaze kaldırılmıştı. Ama nasıl?
Ankara’daki, Tek Parti devrinin ceberut yüzünü simgeleyen eski Başbakanlardan Recep Peker’inkiydi. Mütevazı bir cenaze töreniyle kaldırılan Peker’inkinin tersine İstanbul’da Fevzi Çakmak’ın cenazesi yüzbinlerin katılımıyla kaldırılıyordu. Cenaze namazının kılınacağı Beyazıt Meydanı’ndan defnedileceği Eyüp Sultan mezarlığına kadar yollara yığılan insanların parmakları üstünde kaydırılarak ancak saatler sonra defnedilebilen Mareşal’in cenazesi CHP’nin getirdiği birçok yasağın da çiğnendiğine şahit olacaktı. O gün caddelerde yasak delinerek Arapça ezanlar okunacak, tekbir ve tehliller getirilecek ve bir ay sonra seçim sonuçları açıklandığında “Bir cenaze bir partiyi sandığa gömdü” yorumlarına yol açacaktı.
“Demirkırat” belgeselinde denildiği gibi “Bu iki cenaze, iki partinin, CHP ve DP’nin kamuoyu yoklaması” olmuştur adeta.
Ne var ki iktidar partisi zaferi kazanacağından gayet emindir. Hatta 9 Mayıs’ta Taksim meydanında yapılan mitingde on binlerce taraftarını toplanmış gören İsmet İnönü, Vali Fahrettin Kerim Gökay’ın “İşte Paşam İstanbul” demesinden büyük keyf almıştı. Kazanacağından gayet emin olan Paşa 5 gün sonra büyük hayal kırıklığı yaşayacak ve partisi çok geçmeden kanlı 27 Mayıs darbesinin arkasındaki zinde güçlere yardım ve yataklık yapacaktı.
14 Mayıs’ta halk şuuru harekete geçmiş ve on yıllardır devam etmekte olan baskı ve yoksulluk karşısında büyük isyanını ortaya koymuştu:
“14 Mayıs’ta harekete geçen irade, basiret, iz’an ve ihlas kalıcı eserlerini de vermiştir. Bu topraklarda göze görünen ve ümran manzarası arz eden ne varsa ya 14 Mayıs’ın fiilen tahakkuk ettirdiği eserdir veya onun tasavvurları üzerine kurulmuştur.” (Şaban Karataş, “Şeflikten demokrasiye 14 Mayıs”, Tercüman, 16 Mayıs 1986)
Yazımızı geçen hafta dört kıtasını yayınladığım Seçim Destanı’ndan yeni iki dörtlükle bitiriyorum:
Hatırlarsın toprağa çıplak gömülenleri
Unutmadın her halde açlıktan ölenleri
Hatırlatmak vazifem, gerçi hava hoş bence
Az mı kuyruğa girdik gaz için bir gün önce
Ve geceyi kuyrukta geçirdiğim çok oldu
Zannetme ki o günler, geçti artık yok oldu
Yarın gelsin adamlar öbür gün başlayacak
Bu millete kini var, elbette haşlayacak.
İkinci 14 Mayıs’ın da ilki gibi milletimizin hayrına neticelenmesi temennisiyle…