Osmanlılar depremleri nasıl karşılamıştı? Devlet depremden neler öğrenmişti? Enkaz kaldırma ve yaraları sarma süreci nasıl yaşanmış ve harap olan Osmanlı şehirleri depremden sonra nasıl yeniden kurulmuştu? Tanzimat öncesi ve sonrası devlet aklı felaketler karşısında aynı minvalde mi çalıştı?
İstanbul’da yaşanan 1509 depremini müteakip taş ve tuğla evden kerpiç ve ahşap eve geçildiğini biliyoruz. Doğan Kuban’ın Türk Ahşap Konut Mimarisi adlı kitabında bu dönüşüm üzerinde durulur. Bugün son numuneleri ayakta kalan “Türk evi”nin İstanbul’da nasıl çiçeklendiğini öğrenmek Osmanlı’nın İstanbul’u yeniden şekillendirme irade ve kararının netliğini ortaya koyar.
Özetle kerpiç ve ahşap konutlar, Osmanlı yönetiminin 1509’dakine benzer depremlerde meydana gelebilecek can kayıplarını azaltacak bir çare olarak devreye sokulmuştu.
Peki, başka neler yapılmıştı?
Bir araştırmaya bakılırsa ormanlara yakın olan başkent İstanbul ve çevresinde ahşap ev tipleri tercih edilirken ahşap kaynakları kısıtlı bulunan Antep, Urfa ve Mardin gibi şehirlerimizle Arap vilayetlerinde ev yapımında taş, killi toprak ve kerpiç kullanıldı. Demek ki ahşap ev bütün Osmanlı şehirlerinin değişmez manzarası değildi.
Şam şehrinde 1759 Ekiminde meydana gelen depremde hasar tespit, enkaz kaldırma ve tamirat işleri şu sırayla yapılmıştı:
“Bir bölgenin sismik hareketlilik sonucu hasar görmesi Osmanlılar için önemliydi ve düzeltilmesi gerekirdi. Bu durumda devlet a) Araştırma yapılması emrini verir, b) Hasarı ve onarım maliyetini değerlendirmeleri için memurlar görevlendirir, c) Ardından da onarım projesinin uygulanmasına nezaret edecek bir baş mimar (mimarbaşı) atardı.” (Y. Ayalon, Osmanlı İmparatorluğunda Doğal Afetler, Çev: Z. Rona, T. İş Bankası Y., 2020, s. 99.)
Bunun dışında genellikle din ayrımı yapılmaksızın deprem bölgesinde yaşayanlara uygulanan vergiler bir süreliğine düşürülür veya kaldırılırdı. Devlet abidevî eserlerden başlayarak kamu binalarının tamirine girişirdi. Cami, medrese gibi İslamî/dinî yapılar yanında köprü, yol, değirmen gibi her dinden halkın yararlandığı kamusal binaları da tamir ettirir fakat kiliseler veya evlerin yeniden yapımından imtina ederdi. Çünkü onlar özel alana aitti. Bu, İslamî mahremiyet anlayışının tabii bir sonucuydu.
1759’da durum buyken Tanzimat’ın ilanının üzerinden 16 yıl geçince Bursa’da vukua gelen “Küçük Kıyamet” denilen depremin ardından devletin şehri özel alanlar dahil tamamen yeniden düzenlemek için önce Midhat, sonra Ahmed Vefik Paşalar eliyle bütünsel düzenlemeye girmiş olması Osmanlı yönetim felsefesinde bir şeylerin değiştiğini gösteriyordu.
Midhat Paşa getirttiği 300 işçiyle yalnız yolları açtırmakla kalmıyor, özel alana da girmek suretiyle Müslüman veya gayri Müslim olsun her vatandaşın hasar gören evlerini yıktırıyor, hatta evlerini yeniden yapmaları için ahaliye para yardımında bulunuyordu.
Bursa Valisi Ahmed Vefik Paşa ise İngiliz ve Fransız mühendisleri getirterek bu Osmanlı’nın gözbebeği olan şehri Avrupa standartlarına göre yenilemek için kolları sıvamıştı. “Sonuçta” diyor Ayalon “Bursa, depremden önce iç içe çıkmaz sokaklardan oluşan bir kentten birbirine bağlanabilen sokaklarıyla modern bir plan çerçevesinde oluşturulmuş bir kente dönüşmüştü.” (s. 202-205)
Şehirde çıkan birkaç yangın fırsatını ganimete çeviren Vefik Paşa, Bursa’nın ilk Osmanlı devrine ait imajını tamamen değiştirecek işlemlerle yeni bir Bursa vücuda getirmek için kararlı adımlar atmıştı.
Modern bir devlet olmanın ödenmesi kaçınılmaz bedeli, mahremiyetin kamuya açılmasıydı. Hastanelerde tıbbî sistem gözetiminde doğmayan çocuğa gayri meşru muamelesi yapılan bir çağda bütün yıkılan konutların yerine yenilerinin bizzat devlet tarafından yaptırılmasına kimsenin itiraz etmemesine şaşmak gerekir mi?
Bu, “Tanzimat ruhu”nu veya modern devleti yansıtıyordu.