MUSTAFA ARMAĞAN - MATBAA OSMANLI’YA NEDEN GEÇ GELMİŞTİ?

MUSTAFA ARMAĞAN - MATBAA OSMANLI’YA NEDEN GEÇ GELMİŞTİ?

MUSTAFA ARMAĞAN - MATBAA OSMANLI’YA NEDEN GEÇ GELMİŞTİ?


Geçen Cuma Üsküdar’da Sahaflar Çarşısı açılınca yolumu düşürüp dükkânları ziyaret ettim. Tabii her girdiğim dükkândan en az bir kitap satın almayı ihmal etmedim. Bunlar içerisinde nice demdir kütüphaneme katmayı düşünüp de fırsat bulamadığım biri vardı ki, kaynakçasını karıştırınca yıllar önce yazdığım dört makaleye atıfta bulunduğunu gördüm. Orlin Sabev’in İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni adlı kitabı belki bir asırdır dillere peleseng edilen matbaa takıntısını soğukkanlılıkla düzeltiyordu. Bu ilginç kitap vesilesiyle yıllar önce bu tartışmalı meseleyi ele alan araştırmalarımdan birini özetleyerek buraya alıyorum. (Meraklısı geniş halini Osmanlı: İnsanlığın Son Adası adlı kitabımda bulabilir.)   

Ne zaman “Niçin geri kaldık?” sorusunu sorsak ilk aklımıza gelen gerekçelerden birisinin “matbaa” olmasına şaşırmak gerekir mi? Pek çok eski-yeni isim, matbaanın din adamları veya ulema yüzünden geç geldiğini, Türkiye’de ilk Türkçe matbaa kurulurken din adamlarının tepkisiyle karşılaştığını, ulemanın ancak dinî kitaplar dışındaki yayınlara izin verdiğini, Patrona Halil isyanı (1730) sırasında yeniliğe düşman grupların harekete geçerek matbaayı tahrip ettiklerini, dolayısıyla mevcut geriliğimizin temelinde matbaaya direnişin ve doğurduğu gecikmenin yattığını yazmışlardı. İddialar şu noktalar etrafında dönüp durmaktadır:

1. Türkçe kitap basımı ulema, yani din adamları yüzünden gecikmiştir. (Bazıları ise asıl suçlunun lonca düzeni ve sayıları 90 bini bulan hattatlar(!) olduğunu söylemektedir.)

2. Din adamları ilk matbaanın kurulmasına da karşı çıkmışlar ve bu yüzden de din dışı kitapların basılması şartıyla açılabilmişti Müteferrika matbaası.

3. Ulemanın matbaaya karşı çıkmalarının gerekçesi, kitapların geniş kitleler tarafından okunmasıyla tekellerinde tuttukları dinî otoritenin ellerinden gitmesi korkusudur.

4. Matbaaya diş bilemekte olan insanlar Patrona İsyanı’nı fırsat bilerek o kargaşalıkta matbaayı da tahrip ettiler, böylece aydınlanma serüvenimize ağır bir darbe indirilmiş oldu.

Şimdi sırasıyla bu iddiaları değerlendirelim:

İlerlemenin

önündeki engel kim?

Matbaanın ulema yüzünden geç geldiği iddiasına en susturucu cevap, hiç beklemediğimiz bir kalemden, Prof. Niyazi Berkes’ten gelmiştir. Berkes, suda akıntıya kapılmayan ender kafalardandır. Ona göre matbaanın geç gelmesine din adamlarının engel olduğu iddiası, iki Katolik Macar’ın, Karacson ile Szezarnak’ın uydurmasıdır. “Gerçekte ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren bir delil yoktur. Şeyhülislâm Abdullah Efendi fetvayı hemen vermiş, ulemadan on bir kişi ilk [basılan] kitabın başına konan “takriz”ler yazmışlardır. Bunlarda kitap basmanın şeriata aykırılığından hiç söz edilmemektedir.”

Kafamızı karıştıran bu soruya daha aydınlık bir cevap, Cevdet Paşa’dan gelmiştir. Şunları yazar Tarih’inde:

“Matbaa ‘yeni bulunmuş bir gezegen’ gibidir. Bu gezegenin ışığı Doğuya epeyce geç ulaşmış, dönemin şartları bunu gerektirmiştir. Çünkü o dönemde matbaa henüz Avrupa’da bile tam olarak kabul görmüş değildi (ilginçtir, burada matbaaya karşı çıkan ve makinaları kırmak için uğraşan Avrupalı hattatları ayıplar!). Hem zaten o zamanlar, Avrupalılar ile içli dışlı değildik. İlişkilerimiz kuvvetli değildi. Matbaanın gelmesi işte bu yüzden gecikmişti.

Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin oğlu Said Efendi, 1720’de babasıyla Fransa’ya gitmiş, orada matbaacılık sanatının ulaştığı seviyeyi gözleriyle görmüş ve döndüğünde matbaanın Türkiye’de kurulması için çalışmalara başlamıştır. İstanbul’da bazı bilgili ve olgun kimselerle bu konuyu müzakere etmiş ve hepsi de büyük bir iştiyakla onu desteklemişlerdir. Hatta İbrahim Müteferrika’nın ismi bu istişareler sırasında ortaya çıkmıştır. Müteferrika ise zaten doğum yeri olan Macaristan’ın Kolojvar şehrinden matbaacılığa aşina olduğu için heyecanla işe sarılmış ve matbaanın faydaları hakkında bir layiha kaleme alarak Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’ya sunmuştur.”

Müteferrika’dan önce de İstanbul’da bir matbaanın kurulması gündeme gelmiş, fakat bazı kaygı, hatta korkular işbaşı yapmasına engel olmuştur. Nedir bu endişelerin sebebi? 

Böyle bir “san’at” Osmanlı lonca sisteminde bulunmadığı için öncelikle matbaanın faaliyete geçtiği ülkelerde nasıl bir tepki uyandırdığına bakmaları normaldi Osmanlı aydınlarının. Nitekim Cevdet Paşa da Gutenberg’den başlayarak matbaanın çeşitli Avrupa ülkelerine nasıl girdiğini ve toplumlarda ne tür kargaşalıklara sebebiyet verdiğini ayrıntılı olarak anlatır ki benzer bir karşılaştırmalı çalışma şu ana kadar yapılmış değildir. Osmanlı eliti Fransa’da, İspanya’da, İngiltere’de matbaanın nasıl yasaklandığını, hatta matbaacıların nasıl sihirbazlıkla suçlanıp tepkilere maruz kaldıklarını biliyorlar ve bu kötü örneklerden yola çıkarak, “Acaba bizde de benzeri kargaşalıklara sebep olur mu?” diye yürekleri oynuyordu.

Matbaayı yasaklamak kimin işidir?

Zannedildiğinin tersine ulema, yeniliklerin ülkeye girmesinde engelleyici değil, aksine teşvik edici bir rol oynamış ve toplumsal bünyeden, mesela loncalardan gelebilecek tepkilerin önünün alınması veya yumuşatılması işlevini görmüştür. 

Cevdet Paşa’ya göre burada bir yasaklama sözkonusu değildir. Şeyhülislam fetvayı hemen vermiş, bunun üzerine fetva dilekçesinde bizzat Müteferrika’nın isteği üzere hadis, kelam ve fıkıh kitaplarından “maâdası”nın basılmasına dair padişah fermanı derhal çıkartılmıştır. Burada ne Şeyhülislam ve din adamları, ne de padişah, yasaklayan konumundadır. Fetva dilekçesi “Biz tefsir, kelam ve fıkıh kitapları dışındaki kitapları basmak istiyoruz” şeklinde gelince fetva ve ferman da onların isteği doğrultusunda çıkmıştır, asla bir yasaklama sözkonusu olmamıştır. Kaldı ki fetvâ, bir nevi hukukî mülahazadır. Yaptırım ve yasaklama gücü yoktur. Kaldı ki “Matbaayı yasaklıyorum” demek fetvanın değil, fermanın işidir. Her ikisinden de bu tür “yasaklama” kararı çıkmadığına göre, fetva isteyenlerin dinî kitaplar haricindeki kitapları basmak için istedikleri izin kendilerine “aynen” verilmiş olmaktadır.

Cevdet Paşa bunu olanca açıklığıyla söylüyor zaten: Dilekçede öyle arz edildiği için fetvada dinî kitapların hariç tutulduğunu ve sonraları –Avrupa’da olduğu gibi– matbaa aleyhine bir cereyan görülmediği için dinî kitapların da basılmasının gündeme geldiğini, ulema bunda da herhangi bir sakınca görmeyince dinî kitapların basımına geçildiğini söylüyor. Yani bizim bu meseleyi ele alırken ki gerginlik ve tedirginliğimizin zerresini göremiyorsunuz Paşa’da.

Bundan 140 küsur yıl önce Cevdet Paşa her şeyi ayan beyan ortaya koymuş aslında. Ama okuyan ve dinleyen var mı? Paşa’yı okumuyor, okusalar da anlamıyorlar, Bulgaristan Bilimler Akademisinden Orlin Sabev’i okusalar keşke.